VAR OLMA KILAVUZU

 

YAŞAMANIN ŞİİRİ

 

 

“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
-Yaşama!
-Ya bileydim?
Yazar: Mıydım
Hiç: Şiir.”

İsmet Özel, Erbain, 1978

 

Şiire olan ilgim, ortaokul yıllarında edebiyat öğretmenimiz Selahattin Hoca’nın bir gün sınıfta Sezai Karakoç’un “Mona Roza”  şiirini okuması ile başladı. “Mona Roza, siyah güller, ak güller/ Geyvenin gülleri ve beyaz yatak/ Kanadı kırık kuş merhamet ister/Ah, senin yüzünden kana batacak.” şeklinde bir girişin ardından devam eden dörtlükler, beni hemen içine çekmişti. Çok gençtim, aşkı henüz bilmiyordum. Ama içimde yakınlık kurmaya, sevmeye yatkın bir taraf olduğunu belli belirsiz fark ediyordum. O dönemler, üst sınıflarda olanların politize olduğu, kendilerini ‘büyük davalara’ adadıkları, aşkı ve âşık olanları hafife aldıkları günlerdi. Lâkin aşk hep vardı ve okulun koridorlarından yüreklerimize sızıyordu. Hocanın okuduğu şiir tam hedeften vurmuş, o ana dek hissettiğim fakat tanımlayamadığım bazı duyguları canlandırmıştı. Şiirin sınıfa yaydığı büyülü atmosfer ders boyunca hepimizde ‘bir tatlı huzur’ yaratmıştı. Ders çıkışında hocaya şiir ve şairi hakkında türlü sorular sormuş, bu şiirin herhangi bir yerde basılmamış olduğunu, kulaktan kulağa yayılarak bize kadar ulaştığını öğrenmiştik. Şiirin bir nüshasını hocadan almış, o zamanın ‘teksir makinalarıyla’ çoğaltmış, elden ele dağıtarak dörtlükleri ezberlemiştik. Yıllar sonra birkaç arkadaşımla birlikte İstanbul’a gidip, o tılsımlı dizelerin şairiyle tanışmıştık.

Sonraki yıllar şiire olan merakım artarak devam etti. Önce Sezai Karakoç’u, sonra Necip Fazıl’ı, Nazım Hikmet’i, Yahya Kemal’i, Orhan Veli’yi okudum. Sonraları İsmet Özel, Edip Cansever, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Attila İlhan’ı dizelerinden tanıdım. Asaf Halet Çelebi’yi anlamaya çalıştım. E.E.Cummings, T.S.Eliot, Louis Aragon, Walt Whitman, Dylan Thomas ile karşılaştım.

Yaşamayı bilenler mi, yoksa bilmeyenler mi şiir yazıyor? Yaşananlar mı, yaşanamayanlar mı şiire dönüşüyor? Bir şair neden şiir yazma ihtiyacı duyuyor? Şiir ile duygular arasında nasıl bir etkileşim var? Bir şiir dizesi nasıl oluyor da duygularımızı harekete geçiriyor?

Öyle sanıyorum ki; yaşamayı bilenler de bilmeyenler de şiir yazıyorlar. Yaşamayı gerçekten anlayanlar ise çoğu zaman yazmayı bırakıyor.

Önce yaşamayı bilmenin ne demek olduğunu anlamaya çalışalım. Adına hayat denilen gizemli yolculuğun bilgisine, yaşadığımız sınırlı süre içinde erişebilmek pek çoğumuz için mümkün olmuyor. Bu durumu ‘Hayat ağacı’ metaforu üzerinden anlatmayı deneyeyim: Yeryüzünde milyonlarca yıl yaşında bir ağaç bulunduğunu, gökyüzüne dek kilometrelerce uzandığını, köklerinin de dünyanın merkezine kadar indiğini varsayalım. Bu ağacın, her yıl yüz binlerce çiçek açtığını, bu çiçeklerin bazılarının meyveye dönüştüğünü, kuşların ağacın dallarına konup şakıdığını, yuvalar yaptıklarını, meyvelerin zamanla büyüdüğünü, olgunlaştığını, vakti gelince toprağa düşüp oraya karıştığını, bu döngünün bu şekilde devam ettiğini düşünelim. Bu meyveler, çiçekten toprağa dek süren kısa yolculukları sırasında neler olup bittiğini anlayabilirler mi? Ağacın üzerinde bulundukları süreç boyunca, yanı başlarındaki çiçekler ve kuşlarla bir etkileşim kursalar bile, ağacın bütününe ilişkin bir farkındalık geliştirebilmeleri neredeyse olanaksız. Ancak toprağa düştükten sonra, henüz toprağa karışmadan yukarıya bakabilme imkânı bulabilenler için belki bir şans olabilir. Peki, kuşlar dalda mı, toprakta mı daha çok şakır?

Bizler de bilmediğimiz bir yerden bu dünyaya geliyoruz. Bazılarımız aşkla birbirine bağlanmış kişilerin arzuları, kimilerimiz rastgele beraberliklerin gönülsüz rızası sonucunda hayatla tanışıyoruz. Bu durum, yaşam serüvenimizin seyrini belirliyor. İlk nefesimizi içine doğduğumuz ortamın atmosferinden ciğerlerimize çekiyoruz. Annemizin sadece sütüyle değil, duygularıyla da besleniyoruz. Evde bulunanların bizimle ve birbirleriyle kurdukları bağların niteliği, gelecekteki ilişkilerimizin temel modellerini oluşturuyor. Ebeveynlerimizin yaşama dair yaklaşımları, hayatı kavrayışımızı şekillendiriyor. Evin dışındaki dünyaya bazen ürkek, kimi zaman güvenli adımlar atıyoruz. Aşkı tanıyoruz. Değer vermeyi, değer görmeyi öğreniyoruz. Sevgiyi, merhameti, fedakârlığı anlıyoruz. İyilik ve kötülükle karşılaşıyoruz. Acılar çekiyor, hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Ölümü ve çaresizliği anlıyoruz. Tercihler yapıyor, kendimizi yatıştırmanın yollarını arıyoruz. İçimizdeki duyguları paylaşarak rahatlamak istiyoruz. Sanat bazılarımız için, bunu sağlayabilecek bir araç olarak karşımıza çıkıyor.

Bu noktada, Ludwig Wittgenstein’ın görüşleri oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre sanatın anlamı, izleyicinin esere dair deneyimleri ve yorumlarıyla şekillenir. Dolayısıyla sanat, belirli bir duyguyu ya da durumu doğrudan açıklamak yerine, izleyicide bu duyguları uyandırmayı amaçlar. Sanat, hayatın kendisinden bağımsız değildir, aksine hayatın içinden doğar. İnsanların yaşam deneyimlerini, duygularını ve dünyayı anlama biçimlerini yansıtır. Sanat eserleri de yaşamın karmaşıklığını ve çeşitliliğini ifade eden birer araçtır. Wittgenstein, dilin sınırlılıkları sebebiyle duyguların tam olarak ifade edilemeyeceğini savunur. Ancak sanat, bu sınırlılıkların ötesine geçerek duyguları ifade etme imkânı sunar ve bir tür ‘dil’ işlevi görür. Ona göre sanat, yalnızca estetik bir ifade biçimi değil, aynı zamanda insanın dünyayı anlama ve deneyimleme arayışında önemli bir unsurdur.

Bu konuda James Joyce’un düşünceleri de çok değerlidir. Joyce, bireysel deneyimlerin sanatın temelini oluşturduğunu savunur. Kişisel anılar ve duygular, sanat eserlerinin yaratımındaki önemli unsurlardır. Sanat, bireyin içsel dünyasını anlamlandırması, kimliğini inşa etmesi için uygun bir platform sağlar. Joyce eserlerinde, insan ruhunun karmaşıklığını ustalıkla işler. Kimlik arayışı, bireyin toplum içindeki yeri, aşk, kaygı, yabancılaşma gibi karmaşık duygular onun önemli temalarını oluşturur. Karakterleri, sanatta ve yaşamda estetik bir deneyim elde etme çabası içindedir. Sanatın yaşamın bir yansıması olduğunu düşünür, yaşamın duygusal boyutunu sanat aracılığıyla ifade etmenin önemine vurgu yapar. Bu, okuyucuya yaşamın çok katmanlı ve derinlikli yapısını keşfetme fırsatı sunar. Joyce, zamanın ve belleğin insan deneyimindeki rolüne büyük önem verir. Ona göre geçmiş deneyimler, bireylerin duygularını ve kimliklerini şekillendirir. Bellek duyguların aktarımında, geçmişle olan bağlantılar da sanatın yaratım sürecinde belirleyici bir rol üstlenir.

Kanaatimce sanatın bazı dallarının tam da böyle bir işlevi var. Özellikle resim, müzik ve edebiyat eserlerinde bu etkiyi daha belirgin biçimde hissedebiliriz. Zira bazı duygular zihnimize, o ana eşlik eden algılarımızla birlikte yerleşir. Çocukken babaannemizin yaptığı yumurtanın tadı, onun şefkatli tavrının sağladığı huzurla birlikte belleğimize kazınır. Çok mutlu olduğumuz bir anda duyduğumuz şarkının tınısı, hüzünlü bir yüzü görmenin yarattığı iç burkulması, çaresiz hissettiğimizde omzumuza dokunan bir elin sağladığı güven duygusu da aynı şekilde bir arada hafızamıza işlenir. Hayatın içinde sonradan karşılaştığımız durumlar, olaylar ya da sanat eserleri o duyguları yeniden gün ışığına çıkarabilir. Bir resme baktığımızda, bir şarkıyı dinlediğimizde, bir şiir okuduğumuzda geçmiş yaşantıların şekillendirdiği duygular aniden canlanabilir.

Hayatın ne olduğunu anlamaya çalışmanın sorumluluğu hepimizde değişik ölçülerde bunaltı ve bazen karamsarlık yaratabilir. Herkesin bu durumla yüzleşme yöntemleri de farklıdır. Kimileri vazgeçip geri çekilebilir. Kimileri üzerine gidip mücadele edebilir. Doğuştan yetenekli bazıları da bunu bir başa çıkma mekanizmasına dönüştürebilir. Bu kişiler için sanat üretmek, var olmanın ağırlığı karşısında yatışmanın yegâne biçimidir. Çoğu zaman sebebini bilmeden-aslında bir tür kendini iyileştirme eylemi mahiyetinde- sürekli resim yaparlar, müzik bestelerler, şiir yazarlar. Bu sanatçıların bazı eserleri insanların çoğunda, hissedilen ama ifade etmekte zorlanılan etkiler yaratır. Bu kişiler durakladıklarında ya da üretemeyecek hale geldiklerinde yaşam coşkularını yitirerek cansızlaşırlar.

Olgunlaşarak toprağa düşenlerin, oradan ağacın bütününü kavrayanların durumu ise farklı. Olgunlaşmak; bazen susuz kalmayı, esen rüzgâra direnmeyi, güneşin sıcaklığına katlanmayı, nihayetinde sabırlı olmayı gerektirir. Yeterince sabredenler, toprağın ve gökyüzünün sırrına erişebilirler. Hayat ağacının bilgisine de böyle ulaşılabilir. Bu bilgiye sahip olanlar için algıların kapısı açılır. Bütün her şeyi çok daha derinden ve gerçekte oldukları gibi idrak etmeye başlarlar. Böyle bir farkındalık halinde hayatın bizzat içine girilebilir, yaşamanın tam merkezine inilebilir. Artık ne keder ne de kaygı kalmıştır. Ne bir teselliye ne de yatıştırılmaya ihtiyaç vardır. Bir şeyler üretme çabası da gereksizdir.

Şiir yazmak yerine şiirin kendisi olunur. Konuşmak yerine susulur.

 

Serhat Çıtak, Ekim.2024, İstanbul.