VAR OLMA KILAVUZU
ANIN AHENGİYLE SALINMAK
“Hatırlayın ki; zaman her şeyin üzerinden geçer, tüm yapılanların solmasına izin verir, tüm yazıları bulanıklaştırır ve tüm anıları öldürür. Bundan muaf olanlar, insanların kalbinde sevgiyle yer edinmiş olanlardır.”
Aristoteles
Türk müziğinin en özgün şahsiyetlerinden birisi olan Fikret Kızılok, 1983’te bundan 40 yıl önce ‘Zaman Zaman’ albümünü yayınladığında otuz yedi yaşındaydı. Albümle aynı isimli şarkısında şöyle diyordu:
“ Bir gün olsun unutunca / Dışımda kalıyorsun
Gözlerimi kapatınca / Yanımda oluyorsun.”
Bu satırları yazarken şunları düşündüm: Kızılok’un bu şarkıyı hangi duygular içinde yazmış olabileceğini, 40 sene önceki halimi, hayallerimi, 37 yaşıma geldiğimdeki durumumu, şimdiki hayatımı, geçip giden zamanı, geleceğimi, tek bir ana ne çok şeyin sığabildiğini…
Zaman, farklı disiplinlerden pek çok insanın üzerine düşündüğü bir kavram. Filozoflar, fizikçiler, psikologlar, biyologlar, edebiyatçılar, sinemacılar zamanı anlamaya ve çözümlemeye çalışmışlar. Farklı açıklamalar olsa da üzerinde uzlaşılabilmiş bir tanımı yok. Aziz Augustinus’un açıklaması şöyle: “Peki, o halde zaman ne? Hiç kimse bana sormazsa biliyorum da biri sorup ona açıklama yapmam gerektiğinde bilmiyorum. Buna rağmen bildiğimden eminim diyeceğim bir şey varsa o da şudur; hiçbir şey geçip gitmemiş olsa geçmiş zaman olmaz…”
Aristoteles’e göre, evrende gerçek olan şey değişimdir, zaman da bu değişimleri izlemek üzere kullanılan bir ölçü birimidir. Herakleitos da benzer şekilde, dünyanın sürekli bir değişim içinde olduğunu “Her şey akar (panta rhei)” diyerek ifade etmiştir. Onun daha çok bilinen sözü, “Aynı nehirde ikinci kez yıkanamazsınız, çünkü nehir akar ve ikinci kez girdiğiniz su, artık o aynı nehir değildir, değişmiştir.” şeklindedir. Ben bu söze şu yorumu ekleyebilirim: “Aynı nehire ikinci kez girdiğini düşünen kişi de aynı kişi değildir, değişmiştir.” Parmenides ise, değişimi ve zamanın gerçekliğini reddeder. Ona göre, “Varlık ve gerçeklik değişmez, değişim ve hareket yanıltıcıdır, zamanın geçişine ilişkin algımız kendi bakış açımızın dünyaya yansıtılmasından ibarettir.”
Zamanın fiziksel, biyolojik ve psikolojik unsurları vardır. Fiziksel zaman, nesnel biçimde ölçülüp ifade edilebilen zamandır. Biyolojik zaman ritme odaklıdır. Bir insanın kalp atışları, aynı vakitlerde uyuması, acıkması gibi rutinler içsel zaman döngülerinin sonuçlarıdır. Psikolojik zaman, algılarımız ve bunlara atfettiğimiz anlamlarla ilişkilidir. Keyifli zamanların hızlı, sıkıntılı zamanların yavaş geçiyor gibi algılanması, sürenin duygu ve sezgilere göre değişmesi psikolojik zaman algısından kaynaklanır. Zaman nesnel değerler ile ölçülebilir, ancak her birimiz bu değerleri bilişsel olarak öznelleştirerek farklılaştırırız. Henri-Louis Bergson; nesnel olarak ölçülebilen olguyu zaman, öznel olarak yaşantılanan ve ölçülemeyen olguyu da ‘süre’ olarak değerlendirir. Süre, sezgisel olarak kavranabilir. Ona göre gerçek zaman; insan bilincinde ve ruhunda oluşan değişimin algılanması, kesintisiz bir akış, sürekli oluş ve devamlılıktır. Zamanı şöyle tanımlar: “Zamanın geçişi, olaylar gelecek olmaktan şimdi olmaya, şimdi olmaktan geçmiş olmaya doğru ilerlerken gerçekleşen değişimdir.”
Hayatını adeta arafta, duyguyla düşüncenin, düşle gerçeğin ortasında, zamanın hem içinde hem dışında yaşayan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserlerinde zaman kavramı, süreklilik arz eden, parçalanmaz bir bütün şeklinde tasvir edilir. "Yekpare geniş an" ifadesi, Bergson'un 'kesintisiz bir akış ve devamlılık' olarak tanımladığı "süre" kavramıyla da örtüşür. Tanpınar, ‘Huzur’ romanında şöyle söyler: “İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamaya çalışan bir biçare idi. Onun içinde kaybolacağı yerde, onu dışarıdan seyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesi olmuştu.”
Bu yazıyı hazırladığım sırada, heyecan verici bir gelişme yaşandı. NASA; James Webb Uzay Teleskobu tarafından, çok uzak evrende şimdiye kadar bilinen en uzak yıldızın görüntülerinin tespit edildiğini açıkladı. Araştırma ekibinin Earendel (sabah yıldızı veya yükselen ışık anlamlarına geliyor) adını verdiği yıldızın, bize ulaşan ışığını 12,9 milyar yıl önce, yani Büyük Patlamadan 900 milyon yıl sonra yaydığı düşünülüyor. Ancak evrenin genişlemesi ve ışığın bize ulaşmak için ne kadar yol kat ettiği göz önüne alındığında, gökbilimciler Earendel'in şu anda 28 milyar ışık yılı uzaklıkta olduğuna inanıyor. Yani 28 milyar yıl öncesindeki bir an açılıyor, yayılıyor ve bize ulaşıyor. Böyle bir mesafeyi idrak edebilmemiz neredeyse imkânsız. Ne kadar uzağa bakabilirsek, anın başlangıcına o kadar yaklaşıyoruz. Biz hızlandıkça, zaman yavaşlıyor.
Fizikte zaman; bu evren sınırları dâhilinde, canlı ve cansız tüm maddelerin içinde bulunduğu bir boyuttur. Fizikçiler zamanı, ‘geçmişten bugüne geleceğin ilerleyişi’ olarak tanımlarlar.
Modern fizikte zamanın önemi Einstein ile başlar. Newton, zamanı evrenin her noktası için mutlak kabul etmiş, zamanın bütün referans sistemlerinden bağımsız olduğunu söylemiştir. Einstein ise zamanın evrensel bir mutlak olmadığını savunmuş, zaman-mekân-hareket ilişkisinin birbirine bağımlı olduğunu iddia etmiştir. Ona göre; diğer bütün olgular değişken iken, ışık hızı hep sabittir, evrenin referansı ışık hızıdır, ışık hızı zamanın durduğu noktadır. Evrende her şey kendisini ışığın egemen durumuna göre ayarlar. Hareket eden bir nesneyi izleyen bir gözlemci için, nesne ışık hızına yaklaştıkça onun geçirdiği zaman yavaşlar. Bu durum ‘ikiz paradoksu’ olarak adlandırılan bir ‘düşünsel deneyle’ de desteklenmiştir. Bu deneye göre, aynı ikiz kardeşlerden birisi yüksek hızlı bir roket ile uzay seyahatine gönderilirken, diğeri dünyada kalır. Uzaya giden kişi bir süre sonra evine döndüğünde, kardeşinin kendisinden daha fazla yaşlandığını görür. Çünkü hızlı roketin içinde uzayda geçirilen zaman, dünyadakine göre daha yavaş akmıştır. Einstein, evrende ivmeli hareket eden, bir başka ifadeyle kütlesi olan hiçbir nesnenin ışık hızına ulaşamayacağını da söyler.
Einstein zamanda görelilik kavramını şu şekilde açıklamıştır: “Bir adam güzel bir kızla oturup bir saat geçirdiğinde, bu süre kendisine bir dakika gibi gelir. Bir de onu, bir dakika için sıcak bir fırının üzerine oturtun; bu süre ona bir saatten daha uzun gelecektir. İşte görelilik budur!”
Sinemada zaman olgusunu en özgün biçimde işleyen yönetmenlerden birisi Tarkovsky’dir. Zaman, onun sinema tarzının belirleyici bir unsurudur. Zamanı, izleyicileri iç gözleme ve insan varoluşunun derinliklerini keşfetmeye yönlendiren öznel bir deneyim aracı olarak kullanır. Zaman, hafıza ve varoluş arasındaki karmaşık ilişkiyi aktarmak için; uzun çekimler, doğal akış, sessizlik, düşsel sahneler, sembolik motifler gibi unsurlara başvurur. Onun sinemasının en çarpıcı örneklerinden biri olan ‘Ayna’ da zamanı müthiş bir ustalıkla kurgular. Filmde, geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki sınırları bulanıklaştırır. Anıların, rüyaların ve olayların döngüsel bir kolajı olan film, zamanın geçişi ve insan deneyimlerinin birbiriyle bağlantısı üzerine kusursuz bir anlatı sunar. Tarkovsky ‘Mühürlenmiş Zaman’ isimli kitabında zamandan şu şekilde bahseder: “Ben bir sinemacı olarak görevimin, seyirciye saygı duyarak ve onun yüzüne üflemeden, kendi zaman duygumu yaratmak olduğunu düşünüyorum. Kendi bireyselliğimi zaman duygusuyla, ritimle ortaya koyabilir, insan ruhunu yumuşatmayı, kabartmayı hedefleyebilirim.”
Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlantı hep ilgimi çekmiştir. Önceleri daha çok felsefi bir merak şeklinde gelişen bu ilgiye, sonradan mesleki bir öğrenme arzusu da eklenmiştir. Hem kendimle hem de bana başvuran kişilerle ilgili olarak anlamaya çalıştığım şeylerden birisi şudur: Her birimiz farklı genetik özelliklerle bu dünyaya geliyoruz, bizi yetiştiren insanların yaklaşımlarıyla biçimleniyor, duygusal ve sosyal etkileşimlerle gelişiyor, bilince kavuşuyor, karşılaştığımız olayların içinden geçerek olgunlaşıyor, geleceğe doğru yürüyor, sonunda serüvenimizi tamamlıyoruz. Geçmişimizi değiştiremiyor, ama bugüne getirebiliyoruz. Geleceğimizi denetleyemiyor, ama bugünden kurgulayabiliyoruz. O halde, hayat yolculuğumuzu yalnızca bugün üzerinden yaşayabilir miyiz?
George Herbert Mead’e göre, geçmişte olan her şey şimdi içinde yeniden kurulur ve geleceği biçimlendirir. Geçmişteki bir an zihinde canlandırılarak veya gelecek bir an hayal edilerek şimdiye getirilebilir ve şimdinin gerçekliğine kavuşabilir. Gilles Deleuze ise konuyu şöyle açıklamış: “Şimdinin eylemi olan algı ile geçmişe yönelik eylem olan anımsama birleşerek zamanı oluşturur, geçmiş şimdi ile an olma varlığına kavuşur.”
Dinamik zaman teorisi, zamanın, sürekli değişen anların birleşiminden oluştuğunu vurgular. Geçmişten geleceğe uzanan düzlemde bir hareketi ifade eder. Geçmiş olup bittiği için değiştirilemez, gelecek ise olasılıklara açıktır ve değiştirilebilir, şimdiki zaman geçmişle geleceğin buluştuğu anlık noktadır. Statik zaman teorisi ise, zamanı uzay gibi değerlendirir ve dördüncü boyut olarak ele alır. Geçmiş, şimdi ve gelecek zaman vardır, ancak olaylar arasındaki zamansal ilişkiler sabitlenmiştir, değişim söz konusu değildir, şimdiki zaman geçmişi ve geleceği aynı anda kapsar.
An nedir, nasıl tanımlayabilir, ne şekilde anlayabiliriz?
Türkçede an, şimdiki zaman içindeki en kısa süreyi ifade eder. Arapça awn kökünden gelen an (آن) ‘şimdiki zaman, geçmişle gelecek arasındaki süre’ sözcüğünden alıntıdır. Eskiden an yerine kullanılan Arapça lhz kökünden gelen lāhza ( لاحظة) kelimesi, ‘göz atış süresi’ kelimesinden alınmıştır. İngilizcede an’a karşılık gelen ‘moment’ kelimesi, hareket etmek anlamına gelen Latince ‘momentum’ kelimesinden gelir. ‘Momentum’ başlangıçta bir şeyin hareket etmesine neden olan kuvveti (ivme) ifade eder. Momentumun anlamı daha sonra, ‘çok kısa bir süre’ veya ‘belirli bir an’ anlamını kapsayacak şekilde gelişmiştir.
Felsefede ‘an’ kavramının, çeşitli tanımları vardır:
Varoluşsal an; bireyin kendi varoluşu, yaşam, ölüm, özgürlük, gerçekliğin doğası gibi konularda derin bir kavrayış kazandığı belirli bir anı tanımlar.
Fenomenolojik an; bireyin deneyimlerinin, yaşantılandığı şekliyle kavranmasına odaklanan özgün bir zamanı ifade eder. Fenomenolojik yaklaşımın kurucusu Edmund Husserl; önyargılara kapılmadan bilinç, algı ve yaşantıyı inceleyebilecek bir yöntembilim geliştirmeye çalışmıştır. Husserl, deneyimlere bilinçli bir farkındalık halinde eşlik etmenin önemini vurgulamıştır. Onun yöntemi ‘dünyayı parantez içine alma’ olarak adlandırılmıştır. Fenomenolojik farkındalık anları; bilincimiz üzerine düşündüğümüz zamanlarda, kendimizi algılarımızın akışına bıraktığımızda, bir sanat eseri karşısında, güneşin sıcaklığını, fırından yeni çıkmış bir ekmeğin kokusunu fark ettiğimizde ortaya çıkabilir.
Ebedi an; tasavvufi veya mistik doğu gelenekleri, zamanın aşıldığı, doğrusal zamanın sınırlarının dışında aşkın bir gerçekliğin deneyimlendiği ‘ebedi an’ kavramını tanımlar. Sufî geleneğine göre, her şey bir ‘an’ dan ibarettir, anın açılımı ve yayılmasıyla zaman oluşur. Bu anlayışa göre, Tanrı'nın varlığı sadece geçmişte veya gelecekte değil, aynı zamanda şu anın içinde de deneyimlenebilir. İnsanın içsel yolculuğu, manevi gelişimi ve Tanrı'ya yakınlık arayışı, anın derinliği ve kutsallığı içinde gerçekleşir.
An kavramının edebiyatta da ayrıcalıklı bir yeri vardır. Genellikle, bir hikâyeye derinlik ve anlam katan tematik bir unsur olarak kullanılır.
Dostoyevski; zamanın insan ruhu üzerindeki etkisini ele aldığı eserlerinde, bireylerin geçmişle nasıl yüzleştiğini, geleceği nasıl tahmin ettiğini ve şimdiki zamanda nasıl gezindiğini anlatır. Dostoyevski'nin romanlarında zaman sadece doğrusal bir ilerleme değil, karakterlerin kararlarını, bakış açılarını ve kaderlerini etkileyen psikolojik ve varoluşsal bir olgudur. Yazdığı mektupların birinde şunu der: “Size kendimle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum ki, ben bu yaşta inançsız ve şüpheci bir çocuğum ve muhtemelen hayatımın sonuna kadar da öyle kalacağım. Bu inanç özlemi bana o kadar korkunç bir eziyet verdi ki, elimde ona karşı olan kanıtlarla daha da güçleniyor. Ama yine de Tanrı bana bazen mükemmel huzur dolu anlar yaşatıyor; böyle anlarda seviyorum ve sevildiğime inanıyorum, böyle anlarda bana her şeyin açık ve kutsal göründüğü, inancımı geliştirdim.”
‘Anı yaşama’ veya ‘şimdiyi yaşama’, “bilinçli farkındalık” (mindfulness) kavramının bir yönünü ifade eder. Bu kavram; bilişsel ve duygusal yaşantılarımıza şimdiki an içinde tamamen odaklanmayı, o anı kabul edici bir farkındalıkla deneyimlemeyi, geçmişteki pişmanlıklara odaklanmadan, gelecek kaygılarına kapılmadan, mevcut anı tamamen yaşamayı ifade eder. Bunun için, yaşantıya düşünceler, duygular ve duyumlarla birlikte yönelmek gerekir.
Mesleki uygulamalarım sırasında, kuramsal olarak zaten bildiğim bir kavramın psikoterapide ne ölçüde etkili olduğunu fark ettim: ‘şimdi ve burada yaklaşımı’. ‘Terapi odasında, seans sırasında, hastanızla sizin aranızdaki etkileşim anında neler olduğuna odaklanmak’ şeklinde tanımlayabileceğim bu yaklaşım hastanın düşüncelerini, duygularını, duyumlarını ve davranışlarını keşfetmeyi amaçlar. Özellikle kendi durumunu bazı savunma düzenekleriyle gizleme eğiliminde hastalarla terapi sürecinde tıkanıklıklar yaşandığında, bu yaklaşım faydalı olabilir. Hastanızın size yönelik tavrı üzerinden, onun kendi kişisel çevresiyle yaşadığı sorunların örüntüsünü anlayabilmek mümkün olabilir. Bu sayede kişisel farkındalık geliştirilebilir. Psikoterapinin ‘düzeltici duygusal yaşantısı’, terapistin önyargılı kavramları bir yana koyarak hastanın yaşantısını algılayabilme, onun olduğu yerde olma ve onun paradigmasını gerçek anlamda paylaşma düzeyine bağlıdır.
Kanaatimce; zaman son derecede dinamik, akışkan ve döngüsel bir yapıdır. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında sürekli bir geçişkenlik vardır. Şimdiki zamanda yaşananlar, hızla kristalize olarak bizden uzaklaşırlar. Geriye dönüp onları değiştirme çabası nafiledir, geçip gideni olgunca kabullenmek, öte yandan olup bitenler üzerine sağduyuyla düşünmek en iyisidir. Gelecek ise, önümüzde sayısız fırsatlarıyla uzanan münbit bir ova gibidir. Yeterince uzağa bakabilirsek, kendi milâdımıza ve zamanın başlangıcına uzanabiliriz. Seçim yapma zorunluluğu baş döndürücü olabilir. Buna rağmen, uygun bir tercihte bulunarak sakin bir kararlılıkla ilerlersek, menzile ulaşabiliriz. Bu yolculukta, her bir anın bilincimizde yarattığı değişimlerin farkına varabilmek için algılarımız sonuna dek açık olmalıdır. Anı dışarıdan izlemek yerine, onun ahengine uygun bir akış içinde salınabilirsek, ruhumuzu yumuşatabiliriz. Bu yumuşaklık, başkalarının kalbine sevgiyle yerleşmemize vesile olabilir. Bugün üzerinden geçmişimizle barışabilir, geleceğimizi şekillendirebiliriz. Anın açılımı ve yayılması üzerinden bütün hayatımızı yaşayabiliriz.
Serhat Çıtak, Eylül 2023, İstanbul.