VAR OLMA KILAVUZU

 

SONSUZ HAYALLER ÜLKESİ

 

“Geçmiş ve gelecek zaman; nerede veya hangi zamanda olurlarsa olsunlar, her zaman ‘şimdi’ olarak var olurlar. Alışılageldiği gibi ayırdığımız üç zaman, bu durumda kendilerini bire indirgerler: geçmişin hafızada hayatta kaldığı, geleceğin de bir şekilde beklentinin bir çeşidi olduğu şimdiye. Zaman, henüz olmayandan başlayıp, uzunluğu olmayandan geçerek, artık olmayana doğru geçiyor ve biz geleceği bilmeyi öğreniyoruz.”

Aziz Augustinus.

 

‘Gelecek’ üzerine yazmayı planladığım bu yazıya yoğunlaştığım günlerde, beni derinden etkileyen bir haberle sarsıldım: kadîm bir dostum vefat etmişti. Bir süre öylece kalakaldım. Ortalık toz duman, zihnim darmadağın, zaman yavaşlamış. Uzun bir andı. Beklenmedik bir kayıp karşısında, zihin hızlıca başa sarıyor, sanki hiç olmamış gibi, bir rüyaymış gibi. Sis perdesi dağılırken, hatıralar belirginleşti. Onunla, İstanbul’a geldiğim ilk yıl tanışmıştım. Bir gönül insanıydı, naif, sakin ve hüzünlü. Dünyaya kibarca dokunuyordu. Bir yanı hep ötelerdeydi, buralardayken de muzip ve bazen coşkulu. Samimi olduk, dost olduk. O yıllarda oturduğum, deniz gören geniş balkonlu küçük evimi bir süre onunla paylaştım. Ekmeği ve çayı, neşeyi ve efkârı bölüştük. Sokakları arşınladık, şiirler okuyup, şarkı söyledik. Sabahlara doğru, sokakta kalmış aşkları süpürdük. Evimden ayrılırken, evi ve hatıraları ona devrettim. Evlendi, ilk çocuğu o evde doğdu. Çocuğunu, çocuklarını, bütün çocukları çok sevdi. Sonra birden, ölüm. Yaşarken çok sevdiği bir mekândan omuzlar üzerinde ebedî âleme doğru yol alırken, çok farklı meşrepten ne çok yüreğe dokunduğunu, ne kadar sevildiğini gördüm. Yaşadığı şekilde uğurlandı: hüzünlü bir sükûnet içinde. Onu sıkça hatırlıyor, dostlarımızı, sevdiklerimizi toprağa verecek yaşlara geldiğimizi, sıranın artık bize de gelmekte olduğunu idrak ediyorum.

 

İlerleyen günlerde, beni etkileyen bir gelişme daha oldu: bir sabah uyandığımda, daha önce tecrübe etmediğim bir bedensel şikâyetim olduğunu fark ettim. Önce ciddiye almadım, birkaç gün bekledim. Yakınmam giderek artmaya başlayınca, bu yaşlarda ortaya çıkan böyle bir belirtinin pek de hayra alâmet olmadığını düşündüm ve endişelendim. O an aklıma, sevdiklerim ve yakınlarım geldi. Gelecek hayallerimi, henüz gerçekleşmemiş plânlarımı hızla gözden geçirdim. Buna pek de hazır değildim. Kaygım fark edilir hale geldiğinde, güvendiğim bir doktor arkadaşıma konuyu danıştım. O da ‘çok ertelemeden bir tetkik yapılmasının uygun olacağını’ söyledi. Üç dört gün sonrası için sözleştik. Sonraki günlerde alışageldiğim mesleki faaliyetlerime odaklanmaya çalışsam da bir yandan sürekli bu konuyu düşünüyordum. Mesleki bilgilerimi gözden geçiriyor, olasılıkları araştırıyordum ve endişemi yatıştıramıyordum. Sokrates’in “endişelerinizden kurtulmak istiyorsanız, yaşamaktan en çok korktuğunuz şeyin bir gün başınıza geleceğini kabul edin” sözü yardımıma geldi.  Tetkikten bir önceki günün sabahında, durdum, kendime biraz vakit ayırdım, sakince duruma odaklanmaya çalıştım. Dağınık düşünceler ve türlü ihtimaller arasından, zihnimde iki senaryo belirginleşti. Hani sorulur ya, ‘bir iyi, bir kötü haberim var, önce hangisini söyleyeyim?’ Ben böyle durumlarda, önce kötü haberi duymak isteyenlerdenim.

 

Zihnimdeki ilk senaryo da kötü olanıydı: ciddi bir hastalığım vardı, şikayetimin nedeni buydu, inceleme sonucu bu durum netleşecekti. Bunu ilk kimden ve nasıl öğrenebileceğimi de kurgulamıştım. Tetkik, kısa süreli bir anestezi altında yapılacaktı. Anesteziden uyandığımda yanımda ‘en yakınım’ olacaktı. Onun gözlerine baktığımda durumu anlayacak, elini tutacaktım. Sonra doktorumdan daha detaylı bilgi alacak, sürece dair sorular soracaktım. Hastaneden eve dönerken bir süre suskun kalacak, sonra bu konuyu değerlendirecektik. Olası zorlukları ve sıkıntıları, mümkün olursa geçireceğimiz güzel günleri konuşacaktık. Ben üzgün ama metanetli olacak, kendimi ve onu teskin edecektim. Eve geldiğimizde balkona oturup denize, gemilere ve martılara bakacak, anın keyfine varacaktım. Önümde gidecek çok da uzun bir yol kalmadığını, fark etmeden geçirdiğim anların ne de kıymetli olduğunu anlayacaktım. Sanki bir rüyaya dalmış gibi, hayatıma şefkat ve hayranlıkla yeniden bakacak, daha önce hiç bilmediğim yeni bir kapıdan geçerek iç dünyama uzanacaktım. Sevdiklerimle, beni sevenlerle uzun ve yavaş zamanlar geçirecek, etrafımdaki canlılara merhametle yaklaşacak, daha çok yardım edecek, daha çok paylaşacaktım. Enerjimin bir kısmını hayallerimi ve planlarımı gerçekleştirmeye ayıracak, yaşadığım hayattan razı olacak, olgunluk ve sükûnetle uyanacaktım.

 

İkinci senaryo daha iyi olanıydı: şikâyetim ciddi bir hastalıktan kaynaklanmıyordu, geçici ve tedavi edilebilir bir rahatsızlığım vardı. Bu durum inceleme sonucu anlaşılacaktı. Anesteziden uyandığımda yine ‘en yakınım’ yanımda olacaktı. Yüzündeki sevinci görecek ve rahatlayacaktım. Ona ‘ne kadar iyi bir insan olduğunu’ söyleyecektim. Doktorumla görüşecek, önerilerini alacak ve teşekkür edecektim. Eve dönerken radyodan müzik dinleyecek ve konuşacaktık. Bana gereksiz endişelendiğimi, onu da endişelendirdiğimi söyleyecek, ben ona hak verecektim. Birbirimize geçireceğimiz güzel günlerden, biriktireceğimiz anılardan söz edecek, bu sırada sapacağımız çıkışı kaçırıp gülümseyecektik. Eve geldiğimizde balkona oturup denize, gemilere ve martılara bakacak, anın keyfine varacaktım. Güneş yüzümü ısıtırken halime şükredecektim. Bir uykudan uyanmış gibi, hayatıma hayret ve heyecanla yeniden bakacak, daha önceden bildiğim bir kapıdan geçerek dış dünyaya açılacaktım. Yolda ilerlerken, algılarımın derinleştiğini duyumsayacak, daha önce fark etmediğim pek çok güzelliği ve canlılığı fark edecektim. Yolda sevdiklerime, yakınlarıma rastlayacak, onlarla huzurlu ve yavaş zamanlar geçirecektim. Herkese merhametle yaklaşacak, daha çok yardım edecek, daha çok paylaşacaktım. Bitirilmeyi bekleyen planlarımı tamamlayacak, yeni projelere yoğunlaşacak, hiç kurmadığım hayallerin peşine düşecektim. Çok ileride, ulu ve bilge ağaçların çevrelediği yeşil bir vadi görecek, yönümü oraya doğru çevirecektim. Yaşadığım hayattan razı olacak, olgunluk ve sükûnetle rüyaya dalacaktım.

 

O sabah, kendime ayırdığım zamanın nasıl geçtiğini çok da anlamadan, gündelik rutinime dönme vakti gelmişti. O esnada, birbirine zıtmış gibi görünen bu iki senaryonun, aslında nasıl da iç içe geçtiğini ve birbirine ne kadar da benzediğini fark etmiştim. Bu, beni dramatik biçimde rahatlatmış ve kaygımı yatıştırmıştı. Kendimi artık, ertesi gün yapılacak incelemeye ve çıkacak her türlü sonuca hazır hissediyordum. Sabah erken saatte yola çıktığımızda rahat ve huzurluydum. Hastaneye gittik, hazırlıklar yapıldı, doktorumla ve ekibiyle sohbet ettik. Tetkik öncesi anesteziyi yapacak doktor bana ‘bu, uyuyacağınız en güzel uyku olacak’ dedi ve öyle de oldu. Uyandığımda, ‘en yakınım’ baş ucumdaydı. Yüzündeki sevinci gördüm, rahatladım ve ona ‘ne kadar iyi bir insan olduğunu’ söyledim.

 

Bu yazıyı kurgulamaya başladığımda, zihnimde oluşan ilk düşünce ‘geçmiş, bugün üzerinden geleceği şekillendirir.’ olmuştu. Bu biraz da mesleki birikimim ekseninde oluşan bir düşünceydi. O sırada bir yerde, Malcolm X’ in “geçmişimizin bilgisiyle donanmış olarak, geleceğimiz için güvenli bir rota çizebiliriz, geçmişle geleceğimizi şekillendirebiliriz” sözünü okumuş, kendime geçmişten önemli bir destek bulduğum için de sevinmiştim. Ancak gelecek, öyle masa başında geçmişi düşünerek halledilebilecek bir ‘mevzu’ değildi. Geçmiş yaşantılarımızın; özellikle de erken çocukluk döneminde kurduğumuz ilişkilerin, bizi bugün olduğumuz kişiye dönüştürmek ve kuracağımız yeni ilişkilerin niteliğini belirlemek konusunda çok önemli bir etkisi vardı. Ama hayat, Kierkegaard’ın dediği gibi “Çözülecek bir sorun değil, yaşanacak bir gerçekti ve var olmanın en acı veren hali, asla sahip olamayacağımız bir geleceği hatırlamaktı.”

 

Sonraki günlerde olanlar, hayatın seyrini ve yazının rotasını değiştirmişti. Gelecek üzerine düşünürken, hiç ummadığım bir yere gelmiştim. Zaten, gelecek tam da böyle bir şeydi: merak uyandıran, öngörülemeyen, dönüştüren. Dış dünyada, zaman içinde gerçekleşenler, bilinç süzgecinden geçerek bir anlam kazanıyor ve birer olguya dönüşüyordu. Zihin, bu evrende önemli bir role sahipti.

Teorik fizikte evren; ‘bir projektör aracılığıyla oynatıldığında hareket, renk, ışık ve değişim dünyasına dönüşen bir film makarasına benzeyen, tamamen statik bir nesne’ olarak kabul edilir. Tüm evrenimiz; geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz bu film makarasının sabit parçalarıdır, projektör ise bilincimiz. Bilincimizde, olayların nesnel bir önemi yoktur, nesnel evren gerçekleşmez, yalnızca kendi bütünlüğü içinde var olur. Klasik felsefeye göre, geçmiş genellikle değişmez bir sabit ve gelecek kısmen tanımsız bir değişken olarak görülür. Zaman geçtikçe, bir zamanlar şimdi olan an geçmişin bir parçası olur. Bu şekilde zamanın, belirgin bir şimdiki anın geleceğe doğru ‘ilerlediği’ ve geçmişi geride bırakarak geçtiği söylenir. Yalnızca ‘şimdi’nin var olduğunu savunan ‘şimdicilik’ felsefesine göreyse, zaman geçmişteki belli bir noktadan gelecekte gerçek bir noktaya doğru yolculuk etmez. Bunun yerine, şimdiki zaman basitçe değişir. Howard Zinn bu konuyu şöyle formüle etmiş: “gelecek, şimdilerin sonsuz bir ardışıklığıdır.”

 

Küçük birer çocukken, sanırım hepimiz geleceğimize dair hayaller kurmuşuzdur. Belli bir yaşa geldiğimizde nerede, kimlerle, nasıl bir hayatımız olacağını; ya da belli bir yıla gelindiğinde dünyanın, insanlığın nasıl bir durumda olacağını öngörmeye çalışmışızdır. Antoine de Saint Exupery “görevimiz geleceği öngörmek değil, onu mümkün kılmaktır.” diyor. Peki bunu nasıl yapacağız? Çocukluğumuzun geleceği, bugün bizim geçmişimizde kaldı. Bu noktada, hep yaptığım gibi yine bazı sorular sorayım. Kendime ve sizlere: Çocukken merak ettiğimiz yaşlara geldiğimizde, çocukluk hayallerimizi yokluyor muyuz? Güncel durumumuz üzerine kafa yoruyor muyuz? Öngörülerimizin ne kadarını mümkün kıldığımızı değerlendiriyor muyuz? Olduğumuz kişiden, durduğumuz yerden, kurduğumuz ilişkilerden, geliştirdiğimiz tavırdan hoşnut muyuz? Bir noktada durup derinleşmeyi ve kök salmayı mı, yoksa sürekli bir arayış duygusu içinde yeni hedefler belirleyerek yol almayı mı tercih ediyoruz? Yaşadığımız hayattan razı mıyız, hayatımız bizden razı mı?

 

John Desmond Bernal isimli İrlandalı fizikçi ‘iki gelecek vardır; arzunun geleceği ve kaderin geleceği, insan zihni bunları ayırmayı asla öğrenememiştir.’ demiş. Belki de arzu ve kader arasındaki bu gerilim yüzünden huzursuzluk duyuyor, bunu yatıştırmak içinde geleceği bilmek istiyoruz. Ancak, ne kadar istesek de geleceği asla tam olarak bilemeyiz. Geleceğe ilişkin varsayımlarımız, tahminlerimiz, öngörülerimiz olabilir. Ancak bunların gerçekleşeceğinden emin olamayız. Emin olabileceğimiz tek kesin bilgi, bir gün öleceğimiz gerçeğidir. Shakesperare Macbeth’te ‘hayat, yürüyen bir gölgeden başka bir şey değildir’ diyor. Ölümün gölgesi, yaşayan her insanın ruhuna düşer. Bu ağır gerçeğin farkına vardığımızda, yükümüzü biraz olsun hafifletebilmek için hayal kurmaya başlarız.

 

Bana göre; gelecek bir sonsuz hayaller ülkesidir. Dünyadan geçmiş ve geçmekte olan bütün insanlar; kadınlar ve erkekler, çocuklar ve yaşlılar, zenginler ve yoksullar, bilgeler ve cahiller, mağrurlar ve mağdurlar, bu ülkeyi hayalleriyle hep birlikte kurmuşlar, orada bütün sıfatlarından arınmışlar, eşit insanlar olarak var olmuşlardır. Bu ülkede düş ve gerçek, arzu ve kader, iyilik ve kötülük, bâtın ve zâhir birlikte yaşamaktadır.

 

Beckett’in dediği gibi “yeryüzündeyiz ve bunun bir çaresi yok.” Hayat yolculuğumuzda, bilinmezlik tedirginlik yaratsa da bizi diri ve dirençli kılar. Bu yolculukta türlü kapılardan geçeceğiz. Hayranlık içinde, rüyaya dalacağız. Bazen elbette üzülecek, iç dünyamıza çekileceğiz. Kendimizi bileceğiz. Acıların içinden, olgunlaşarak çıkacağız. Üzerimizdeki yüklerden kurtulacağız. İyiliğe bürüneceğiz. Rahatlayarak ilerleyecek, dış dünyaya açılacağız. Bilgelik bize kılavuzluk edecek. Hiç görmediğimiz türlü güzelliklerle karşılaşacağız. Yeryüzüne ve bütün canlılara merhametle yaklaşacağız. İnsanların yüreklerine dokunacak, zamanın ruhuna anlam katacağız. Hayret içinde uykudan uyanacağız. Geleceği bilmeye çalışmak gibi nafile bir çaba yüzünden kaygılanmak yerine; yaşadığımız ana odaklanarak huzura ve sükûnete ereceğiz.

 

Serhat Çıtak, Haziran 2022, İstanbul.