VAR OLMA KILAVUZU

 

AKILDAN KALBE VAROLUŞSAL SIÇRAYIŞ

 

“ Sıçrama olmadan niceliksel yeterlilikten niteliksel yeterliliğe geçiş olabilir mi?

Ve tüm yaşam buna bağlı değil mi? ”

Søren Kierkegaard, Günlükler, 1842.

 

Küçük bir çocukken; çevremdekilerden fazla düşündüğümü, etrafımda olup bitenleri kavramaya çalıştığımı, henüz ölümü bilemediğim o yaşlarda yalnızlık, ayrılık gibi durumları hissettiğimi, bu konularda kaygılandığımı hatırlıyorum. Büyüdükçe her şeyi daha iyi anlayacağımı, anladıkça kaygılarımın azalacağını hayal ederdim. Büyüyünce, anlamanın ne kadar zor, huzura kavuşmanın ise neredeyse imkânsız olduğunu fark ettim.

Çocukluk yıllarımda, yaz tatillerinde bir Anadolu köyünde yaşayan babaannemin çiftlik evine gider orada birkaç ay kalırdık. Onu en çok şefkatli ve sabırlı tavrıyla anımsıyorum. Evin geniş bahçesindeki dut ağaçlarının altında uzun saatler geçirir, dalından kopardığımız taze meyvelerin tadına varırdık. Avluda dolaşan tavukların sıcak yumurtalarını babaanneme yetiştirir, kendi ineklerinin sütünden yaptığı tereyağında kırarak pişirmesini sabırsızlıkla bekler, bazlama eşliğinde afiyetle yerdik. Henüz elektriğin ulaşmadığı o evin bahçesinde akşamları lüks ışığının etrafında toplanır, bir yandan çayımızı yudumlarken, bir yandan da büyüklerin anlattığı hikayeleri dinlerdik. Bazı geceler ısrarımızı geri çevirmezler, evin damına çıkmamıza izin verirlerdi. Dama serilen minderlere sırt üstü uzandığımı, ışık kirliliğine maruz kalmamış uçsuz bucaksız gökyüzüne baktığımı, binlerce yıldızı hayranlıkla seyrettiğimi, o sonsuz boşlukta nasıl asılı durduklarını merak ettiğimi hatırlıyorum.

Kaybettiğim ilk yakınım olan babaannem ben yirmili yaşlarımdayken öldü, köyün mezarlığına defnedilirken oradaydım. Uzun yıllar sonra o köye yeniden gittiğimde; oraya başka insanların yerleştiğini, o evin yıkıldığını, bahçedeki dut ağaçlarının kesildiğini görmüş ve ikinci bir kayıp duygusu yaşamıştım. Çocukluk hatıralarım o dut ağaçlarıyla birlikte, usulca ruhumun kuytularına çekilmişti. Buna galiba yaşlanmak deniyordu. Neredeyse altmış yaşına geldiğim hayatımın son yıllarında, uzun süredir yaşadığım şehrin parlak ışıklarından mustarip gökyüzüne yeniden bakıyorum. Ölümü, ölümden sonrasını, evreni, inancı her zamankinden çok düşünüyorum. Özellikle inanç konusunda pek çok soru zihnimi daha sık yokluyor: İnanç nedir, insanların inanma eğilimi nereden kaynaklanıyor, Tanrı inancı nasıl oluşmuştur, akıl yoluyla inanca varılabilir mi, ölüm ile inanç arasında nasıl bir ilişki vardır ?

Çocukluğumdan bu yana sahip olduğum düşünme alışkanlığı, sonrasında kazandığım okuma merakı, yöneldiğim mesleki alanda öğrendiğim kuramsal bilgiler ve dertli insanlarla yaptığım görüşmelerden edindiğim tecrübeler aracılığıyla bazı kanaatlere ulaştığımı zannediyorum. Bu metinleri kaleme alma motivasyonum daha çok, kanaatlerimi paylaşma isteğimden kaynaklanıyor. Ancak; sadece akıl yoluyla, okuyarak, düşünme pratikleri aracılığıyla sorularımın pek çoğuna ikna edici yanıtlar bulamayacağımı, vakti gelince de bu dünyadan göçüp gideceğimi kavramış durumdayım.

Bu meselelere kafa yoran ne ilk ne de son kişiyim. İnsanlık tarihi boyunca, bu konular üzerine binlerce felsefi ve edebi metin yazılmış, yüzlerce sanat eseri üretilmiş. Bu sorulara anlamlı cevaplar bulabilmeyi hayatlarının en önemli uğraşısı haline getirmiş insanların eserlerinden, pek çoğunun bu uğurda yoğun sıkıntılar çektiklerini, umutlarını kaybettiklerini, yine de aramaktan vazgeçmediklerini ve bazen bir çıkış bulabildiklerini anlıyoruz.  Böyle insanların bu dünyada hep var olduğunu bilmek, onların zorlu mücadelelerine asırlar sonrasında bile tanıklık etmek yalnız olmadığımızı hissettiriyor, bizi bir nebze yatıştırıyor. Zaten dünya hayatımızın vazgeçilmez beklentisi yatıştırılmak değil mi?

Peki, o halde ne yapacağız? Gündelik hayatın sıkıntılarından uzak olduğumuz sakin anlarda bile, iç dünyamızda bir yerlerden yükselen huzursuzluk hissini nasıl dindireceğiz?

Önce inanç kavramını anlamaya çalışalım:

İnanç; bir kişinin mantıksal kanıtların yokluğunda veya mevcut kanıtların ötesinde, bir varlık, durum ya da ilkenin doğruluğunu kabullenmesi ve güçlü bir güven duyması anlamına gelir. Genellikle özgür irade ile yapılan kişisel bir seçimdir. Bilinç, akıl, duygular, sezgiler ve öznel deneyimler yoluyla inanca varılabilir. İnançlar dini, ahlaki, kişisel, toplumsal, politik veya bilimsel inanç gibi değişik biçimlerde tezahür edebilir. Kişilerin dünya görüşlerini, davranışlarını ve kararlarını önemli ölçüde şekillendirir.

İnanma ihtiyacının kökeni nedir?

İnanma ihtiyacı, ontolojik, psikolojik ve sosyal faktörlerden kaynaklanır. Ölüm, kayıp, yalnızlık gibi varoluşsal kaygılar insanları anlam arayışına yönlendirir. İnanç sistemleri, insanların hayatı daha anlaşılır, denetlenebilir hale getirme çabasının bir sonucu olabilir. Bir inanca bağlanmak, dünyanın işleyişi konusunda çerçeve sağlayarak belirsizlik duygusunu azaltabilir. İnanmak, özellikle zor zamanlarda insanların umut ve iyimserlik duygularını güçlendirir. İnançlar sosyal kimliğinin önemli bir unsuru olarak, bireylerin aidiyet ihtiyaçlarına karşılık verebilir.

William James, inancı pragmatist ve deneyimsel bir çerçevede ele alır. ‘İnanma İradesi’ makalesinde, inancın akıl ve mantıkla doğrulanamasa bile, kişisel deneyimlerin pratik sonuçları üzerinden geçerli olabileceğini savunur. İnancın irade ve duygularla şekillendiğini vurgular. Bireyler bilinmezlik karşısında iradelerini kullanarak, inanmayı seçebilirler. Kesin kanıtlar bulunamadığında, inanç ve şüphe arasında bir denge kurularak, pratik yaşam açısından en uygun seçenek tercih edilebilir.

 

Rollo May, inancı bireysel sorumluluk, özgürlük ve manevi deneyimler ekseninde değerlendirir. Ona göre inanç, bireyin varoluşsal krizlerini yönetmesine, hayatına anlam katmasına ve otantik bir benlik geliştirmesine yardımcı olur. Bu perspektif; insanın güçsüzlüklerini kabul etmesinde, kişisel özgürleşmenin yol açtığı kaygının giderilmesinde, büyük bir bütünle bağlantı kurma arayışında destekleyici bir işlev görür. May, İnancın pasif bir teslimiyetten ziyade, aktif bir sorumluluk gerektirdiğini vurgular.

Şimdi de inancın tarihsel gelişimine bakalım:

İnsanlar tarihleri boyunca, doğa olaylarını anlamlandırmak, ölüm ve ötesine ilişkin cevaplar bulabilmek, toplumsal düzeni sağlamak üzere inanç sistemlerini geliştirmişlerdir.

Göbeklitepe, dünyanın bilinen en eski yapısıdır. İnsanlık tarihine ilişkin tüm anlayışı değiştirmiştir. Tarım öncesi avcı-toplayıcı topluluklar tarafından inşa edildiği düşünülen yapılar, MÖ 9600-9500 yıllarına tarihlenmektedir. Yeryüzündeki ilk inanç merkezi ve ilk tapınak bölgesi olarak kabul edilir. Buradan edinilen veriler, dini inançların ve ritüellerin tarım toplumlarından çok önce ortaya çıktığını, insanların yerleşik hayata geçmeden önce organize inanç sistemlerine sahip olduklarını göstermektedir.

Eski Türk topluluklarında, insanların yaşadığı ‘yer’, ölülerin göçtüğü ‘yeraltı’ ve ‘gök’ten oluşan üç alem tanımlanmış, bunların birbiriyle bağlantılı ve geçişken olduğuna inanılmıştır.

 

Maya Uygarlığı inanç sistemi, çok tanrılı bir yapıya sahiptir. Doğayla uyumlu olmak amaçlanır, mistik deneyimler önemsenir. Şamanlar toplumun dini rehberleri olarak, tanrılar ve ruhlarla iletişim kuran, hastalıkları iyileştiren, kehanetlerde bulunan önemli unsurlardır. Maya evreni, üç ana katmandan oluşur: yeraltı dünyası, yüzey dünyası ve gökyüzü. Bu üç katman, tanrılar ve ruhlar tarafından kontrol edilir.  ‘Wacah Chan’ olarak bilinen bir dünya ağacı, evrenin merkezi simgesidir. Bu ağaç, yeraltı ile yüzey dünyasını ve gökyüzünü birbirine bağlar.

Özgün Amerikan Yerli topluluklarının inanç sistemlerinde, doğayla derin bir bağ kurulması, doğaüstü varlıklara saygı duyulması en önemli ortak unsurlardır. Doğa kutsal kabul edilir, doğayla uyum içinde yaşamak dini pratiğin vazgeçilmez parçasıdır. Ağaçların, hayvanların, nehirlerin, dağların ruhları olduğu düşünülür. Lakota halkına göre ‘Wakan Tanka’ (Büyük Ruh), evrenin yaratıcı ve düzenleyici gücüdür. Navajolar güneş ve yağmur tanrısına inanır. Ruhani liderlerin yönettiği ritüel ve törenler, topluluk yaşamının merkezinde yer alır. Ataların ruhları, yaşayanlara rehberlik eder.

İnka ve Aztek Medeniyetleri, diğer Orta Amerika uygarlıkları gibi çok tanrılı bir din yapısına sahiptirler. Yaratıcı konumunda bir tanrı ve doğanın, toplumsal düzenin, öteki dünyaların yönetimini üstlenen başka tanrılar vardır. İnka inancında tanrıların ve doğa güçlerinin sürekli bir denge halinde olması gerektiği düşünülür. Aztekler, evrenin sürekli bir döngüde olduğuna, dünya düzeninin tanrılara adanan kurbanlar sayesinde sürdüğüne inanırlar.

Pagan inançları, doğanın kutsallığını vurgulayan, döngüsel zaman kavramına ve kişisel ruhani deneyimlere önem veren dini pratikleri kapsar. Bu inanç sistemleri, bireysel özgürlüğü ve ruhsal çeşitliliği teşvik eder.

Hinduizm, çeşitli felsefi ve teolojik öğretileri içeren, geniş, kapsayıcı bir inanç sistemidir. Hinduizmdeki temel kavramlar; ‘doğru yaşam biçimi, eylemlerin sonucu olduğu inancı, yeniden doğum döngüsü, bu döngüden kurtulma, ruhun nihai özgürlüğe ulaşması, evrensel ruh ile birleşme’ şeklindedir. Veda metinleri, en kutsal dini metinler olarak kabul edilir. Bu metinler, evrenin yapısı, tanrılar ve yaşamla ilgili bilgiler içerir.

Budizm, Hindistan'da Buda tarafından kurulan bir dini ve felsefi sistemdir. Bireysel aydınlanma, içsel huzur ve nihai özgürlüğe ulaşmayı hedefleyen bir öğretidir. Bireylerin kendi deneyimleri ve içsel arayışları aracılığıyla hakikati bulmalarını teşvik eder. Ruhsal aydınlanma ve özgürlüğe ulaşmak için doğru yaşam biçimini benimsemeyi, etik davranışları ve meditasyonu vurgular.

Zerdüştlük inancı, eski İran'da Zerdüşt tarafından kurulmuştur. Varlığını sürdürmeye devam eden en eski dinlerden ve kayıtlara geçmiş ilk tek tanrılı inançlardan biridir. Bilgeliğin efendisi olan Ahura Mazda, tek üstün Tanrı, iyiliğin kaynağı, kötülük karşısında hakikati temsil eden yaratıcıdır.

Yahudilik, dünyanın en eski tek tanrılı dinlerindendir. Tanrı'nın Yahudi halkıyla antlaşması, Hz.İbrahim’e büyük bir soy ve bölge vadetmesiyle başlar. Tanrı, İbrahim ve onun soyundan gelenlerin kendisine itaat etmeleri karşılığında onlara toprak verecek, yol gösterecek ve onları koruyacaktır. Yahudiliğin kutsal kitabı Tanah’tır ve üç ana bölümden oluşur: ‘Tevrat, Peygamberler ve Yazılar.’ Tanah, Hristiyanlıkta Eski Ahit olarak adlandırılır. Yahudiliğin temel prensipleri, Tanrı tarafından Hz.Musa'ya Sina Dağı'nda bildirilen ‘On Emir’ ile belirlenmiştir.

Hz. İsa Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde Beytüllahim şehrinde dünyaya gelmiştir. Yaklaşık 30 yaşındayken, Tanrı'nın mesajını ilan ederek bölgede vaaz vermeye başlamıştır. Şaşırtıcı mucizeleriyle kalabalıkları etrafında toplamıştır. Yahudi din adamları tarafından kendisini Tanrı'nın oğlu olarak ilan etmesi nedeniyle suçlanmış, Romalı askerler tarafından tutuklanmış, Roma valisinin emriyle çarmıha gerilerek idam edilmiştir. Hristiyanlar, İsa'nın doğumunun Tanrı ile bütün insanlık arasında yapılan Yeni Antlaşma'yı müjdelediğine, ölümünden üç gün sonra yeniden dirildiğine inanırlar. Hristiyan kutsal metni olan İncil, ‘Eski ve Yeni Ahit’ten oluşur. Yeni Ahit; İsa'nın yaşamı, ölümü, dirilişi, havarilerin eylemlerini anlatan dört İncil, Pavlus'un mektupları ve diğer yazıların bileşimidir.

Hz. Muhammed 570 yılında Mekke’de doğmuştur. Doğmadan önce babasını, altı yaşındayken annesini kaybetmiştir. Akıllı ve güvenilir olmasıyla tanınmıştır. 40 yaşındayken “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku.” şeklindeki ilk Kur'an ayeti, kendisine Cebrail aracılığıyla vahyedilmiş ve peygamberliğini ilan etmiştir. 52 yaşında, kendisine inananlarla birlikte Medine'ye göç etmiş, orada bir devlet sistemi geliştirmiştir. Peygamberliği 22 yıl sürmüş, 62 yaşında Medine'de vefat etmiştir. Müslümanlara göre İslam, Âdem'den başlayıp çeşitli peygamberler aracılığıyla süregelen evrensel bir dindir. Hz. Muhammed bu silsilede son peygamberdir. İslam inancının, ibadetinin ve hukukunun temel kaynağı olan Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in peygamberliği boyunca parçalar halinde indirilmiş, indirildiği haliyle günümüze kadar korunmuştur.

Ölülerin gömülmesi geleneği ve öte dünya inancı:

İnsanlık tarihinde, Kabil’in kardeşi Habil’i gömmesi ile başladığına inanılan ölüleri gömme geleneği, çok eski bir uygulamadır. Arkeolojik bulgulara göre, en az yüz bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan antik mezarlar, Neandertallerin ve Homo sapienslerin ölülerini gömdüğüne dair kanıtlar içermektedir. Bu mezarlarda ölülerin yanında bazı aletler ve çiçek polenleri bulunmuştur. Antik Mısır'daki ölü gömme ritüelleri,  ruhun öte dünyada güvenli bir yolculuk yapmasını, varlığını sürdürmesini sağlamayı amaçlayan bir süreçtir. Tek tanrılı dinlerin hepsinde, ölülerin gömülmesine ilişkin kapsamlı ritüeller uygulanmaktadır. Ölülerin gömülmesinden sonra onlara ne olacağı sorusu insanlık tarihi kadar eskidir.

Antik Yunan, Roma, Eski Mısır, Hinduizm, Budizm gibi çok tanrılı dinlerde ölümden sonra yaşam inancına ilişkin bilgiler mevcuttur. Genel olarak;  iyilerin, doğruların ödüllendirileceği huzur, mutluluk, bereket dolu cennet benzeri yerler; kötülük yapanların, suçluların cezalandırılacağı cehennem benzeri yeraltı karanlık yerler tanımlanmıştır.

Tek tanrılı dinlerde öte dünya kavramı, insanların bu dünyada yaptıklarına göre ölümden sonra karşılaşacakları sonuçları ifade eder. Her üç din de ölülerin dirileceği ve yargılanacağı bir kıyamet günü inancını taşır. Bu yargı sonucunda, insanlar cennet veya cehenneme gönderilecektir. Cennet, ebedi mutluluk ve Tanrı’ya yakınlık anlamına gelirken, cehennem ebedi azap ve Tanrı’dan uzak kalmayı ifade eder.

 

Şimdi, Tanrı kavramının tarihsel seyrini inceleyelim:

Tanrı kavramı; insanların dünyayı ve kendilerini anlama eğiliminin bir sonucu olarak ortaya çıkmış, farklı kültürlerin, inanç sistemlerinin, felsefi geleneklerin etkisiyle zaman içinde değişmiştir.

İlk yazılı metinler, tanrı kavramının erken uygarlıklardaki merkezi rolünü gösterir. Bu metinler, insanoğlunun ölüm sonrasına ilişkin düşünme biçimini yansıtır. M.Ö. 2300 yılına ait ‘Mısır piramit metinleri’, kralların tanrılarla ilişkilerini, ölümden sonra varlıklarını sürdürmeleri için gerekli ritüelleri açıklayan dini yazılardır. Metinler duaları, büyü formüllerini, tanrılara yakarışları içerir. Güneş tanrısı Ra baş Tanrı olarak kabul edilmiştir.

Antik Mezopotamya, birçok ana dinin ortaya çıktığı önemli bir coğrafyadır. Yaratılış, tufan ve cennetten kovulma hikâyeleri ilk defa Sümer metinlerinde geçer. Sümerler ölümsüz olan, insan görünümünde, insanüstü güçleri sahip tanrılara inanır. Bu tanrılar rehberlik eder, cezalandırır veya ödüllendirir. İnsanlar da onların hoşnutluğunu kazanmak için tapınaklar inşa ederler. Eski Sümerlere ait Babil Kulesi efsanesi, tanrı inancına ilişkin önemli bir metindir. Sümerler Tanrı Marduk adına, yer ile göğü birbirine bağladığına inandıkları kutsal bir ağacı temsil eden ‘Tanrı dağı kulesi’ni inşa etmişlerdir.

Bilinen en eski edebiyat eseri olarak kabul edilen Gılgamış Destanı, MÖ 2100-1200 yılları arasında yazılmıştır. Destan, Uruk Kralı Gılgamış'ın ölümsüzlük arayışını ve tanrılarla olan etkileşimlerini anlatır. Yakın dostu Enkidu'nun ölümü üzerine Gılgamış, tanrı Utnapiştim'den ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek ister. İnsanların ölümlü, yalnızca Tanrıların ölümsüz olduğunu öğrendiğinde, bu acı verici insanlık durumunu çaresizce kabullenir.

Politeist Antik Yunan kültüründe, tanrıların insanlar gibi yaşadığına, âşık olduğuna, evlendiğine, ancak ölümsüz olduklarına inanılır. Tanrıların tanrısı Zeus, dünyayı ve gökleri yönetir. Hades ve Kharon, öte dünya ve ruhların yolculuğuna ilişkin karakterlerdir. Hades'in krallığı olan yeraltı dünyası, ölülerin ruhlarının gittiği yerdir. Nehir üzerinde ruhları taşıyan kayıkçı Kharon, yalnızca düzgün gömülmüş ölülerin ruhlarını yeraltına götürür.

Türk tarihinin en eski yazılı belgelerinden olan Orhun Yazıtları'nda ‘Tanrı’ (Tengri) terimi sıkça geçer ve genellikle gökyüzü ile ilişkilendirilir. Göktürkler, Tanrı'nın yüce ve kudretli bir varlık olduğunu, hükümdarlarını ve halklarını koruyup yönlendirdiğine inanmışlardır.

Çok tanrıcılıktan tek Tanrıcılığa geçiş nasıl olmuştur?

Politeizmden monoteizme geçiş, insanlık tarihindeki önemli dini ve kültürel dönüşümlerden biridir. Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma gibi büyük uygarlıkların çoğunda çok tanrılı sistemler gözlemlenirken, üç büyük İbrahimî din aracılığıyla tek tanrılı sistemler yaygınlaşmış ve yerleşmiştir.

Bazı Antik Yunan filozoflarının görüşleri, tek tanrılı inanca geçişin zeminini oluşturmuştur. Platon'un felsefesi, soyut ve evrensel bir ilahi güce işaret etmektedir. ‘Formlar (İdealar) Teorisi’, maddi dünyanın ötesinde mükemmel ve değişmez formlar dünyasını tasvir eder. En yüksek form, ‘İyi’ (veya ‘Bir’) olarak adlandırılan, tüm varlıkların kaynağı olarak görülen soyut bir kavramdır. Aristoteles, ‘İlk hareket ettirici’ veya ‘Başlangıç nedeni’ olarak adlandırdığı tek bir ilahi varlık fikrini geliştirmiştir. Bu varlık, evrenin düzenini sağlayan, ancak doğrudan müdahale etmeyen soyut bir prensiptir. Eleusis'te düzenlenen dini ritüeller, derin bir manevi anlayışı ve tek bir ilahi varlıkla doğrudan bağlantı deneyimini içerir. Helenistik dönemde farklı dini ve felsefi akımlar birleşmiş, tek bir ilahi güç fikri önem kazanmıştır.

Felsefenin inanç ve Tanrı kavramlarına ilişkin yaklaşımı nasıldır?

Sokrates bilgeliğin en yüksek erdem olduğunu savunur. Sokrates Tanrı’yı ‘iyilik ve erdemin kaynağı’ olarak tanımlamıştır. Ünlü savunmasında, Tanrı'nın kendisine Atinalılara erdem ve bilgi yolunda rehberlik etme görevi verdiğini ifade eder. Döneminin geleneksel çoktanrıcı inançlarını sorgular. Ona göre inanç da dogmatik değil, sorgulayıcı ve açık uçlu olmalıdır.

Platon, inanca ilişkin görüşlerini idealar teorisi ve ahlak felsefesi üzerinden geliştirmiştir. Gerçekliğin iki düzeyde var olduğunu savunur: Sürekli değişen, mükemmel olmayan nesnelerden oluşan ‘duyusal dünya’ ve nesnelerin değişmeyen, mükemmel formlarının bulunduğu ‘idealar dünyası’. Ona göre gerçek bilginin kaynağı idealar dünyasıdır. Platon, inancı (doxa) ve bilgiyi (episteme) birbirinden ayırır. İnanç, duyusal dünya ile ilgili olup, değişken ve belirsizdir. Bilgi ise idealar dünyasına aittir, akıl yoluyla elde edilir, kesinlik taşır. Bu bağlamda Tanrı ya da tanrılar, mutlak gerçeklik ve bilgi ile ilişkilidir. Ünlü ‘Mağara Alegorisi’nde inanç ile bilgi arasındaki farkı şöyle açıklar: Mağaradaki insanlar, nesnelerin duvara yansıyan gölgelerini gerçek zannederek inanırlar. Mağaradan çıkan kişi ise gerçek bilgiye ulaşır.

Aristoteles de bilgi ve kanaat arasında benzer bir ayrım yapar. Tanrı kavramını bilgi, inanç kavramını kanaat bağlamında değerlendirir. Bilgi kesin, evrensel doğrulara; kanaat değişken, geçici olgulara dayanır. Gerçek bilgi, duyusal deneyimlerle desteklenen akıl yürütme ve mantık yoluyla elde edilir.  Ona göre, evrendeki ilk hareketi başlatan varlık Tanrı’dır. Zamandan, maddi dünyadan bağımsızdır, mükemmeliyeti temsil eder.

Aziz Augustinus ‘inancın aklı öncelediğini’ savunur. Ona göre, doğru bir anlayışa ulaşmak için önce inanmak gereklidir. Bu düşünce, "İnan ki anlayabilesin, anla ki inanabilesin." (Crede ut intelligas, intellige ut credas) ifadesinde özetlenir. Augustinus, Tanrı'nın varlığını ontolojik ve kozmolojik argümanlarla temellendirir. Ona göre Tanrı; her şeyin yaratıcısı, yöneticisi, mutlak iyi ve sonsuzdur. Tanrı'nın insan ruhuna doğrudan aydınlanma verdiğine inanır. İnsan yaşamının temeli olarak inanç, umut ve sevgiyi görür.

Farabi inanç kavramını, Aristoteles ve Platon üzerinden ele almıştır. İslam teolojisi ile Yunan felsefesini birleştiren özgün bir felsefi sistem geliştirmiştir.  Bilgi (ilim) ve inanç (iman) arasında bir ayrım yapar. Bilgi, akıl ve mantık yoluyla elde edilen kesin doğrulara dayanır. İnanç ise vahiy, peygamberlerin öğretileri ve dini metinler aracılığıyla elde edilir. Filozoflar, akıl yoluyla hakikati ararken, peygamberler bu hakikati semboller ve metaforlar yoluyla halka iletir. Ona göre Tanrı zorunlu varlıktır, diğer tüm varlıkların kaynağıdır, mutlak mükemmelliktir, ezeli ve ebedidir, zaman ve mekândan bağımsızdır. Farabi'nin ‘sudur teorisi’ne göre, Tanrı'dan çıkan akıllar aracılığıyla evren ve nihai olarak maddi dünyanın düzeni oluşmuştur.

İbn-i Sina, inancın akılla uyumlu olması gerektiğini savunur. İnanç, aklın ışığında şekillenir, akıl yoluyla Tanrı'nın varlığına, özelliklerine dair bilgi edinilir. Tanrı, kendiliğinden var olan ‘İlk neden’dir, diğer tüm varlıklar Tanrı'nın varlığından türetilmiştir. Tanrı evrenin işleyişini sağlayan ilahi bir bilgiye sahiptir. İnanç, bu ilahi bilginin anlaşılması ve kabul edilmesidir.

İbn Arabi, marifet (bilgi) ve hakikati (gerçeklik) birbirinden ayırır. Ona göre marifet, ilahi bilginin bir yansımasıdır, bu bilgiye ulaşmak için kişinin kalbinin arınması gereklidir. Hakikat ise, varlığın en derin, en gerçek düzeyidir. Bu, Allah'ın varlığı ve birliğidir. Marifet, hakikate ulaşmanın aracıdır. Hakikate sadece akılla değil, aynı zamanda kalp ve ruhla ulaşılır. Arabi’nin en bilinen kavramı ‘Vahdet-i Vücud'dur. Buna göre, tüm varlıklar aslında tek bir varlıktır. Evrende var olan her şey Allah'ın bir tecellisidir, gerçek varlık yalnızca Allah'tır. Allah, her şeyin ötesinde, her şeyin içindedir. Onun mutlak sonsuzluğu, insan aklıyla tam olarak kavranamaz.

Gazali, Aristotelesçi felsefenin bazı unsurlarını eleştirmiştir. Felsefe, aklı ve mantığı kullanarak inancı desteklemeli, ancak vahiy ve ilahi bilgiyle çelişmemelidir.  İlim (bilgi), irfan (manevi bilgi) ve hakikati (gerçeklik) ayrı ayrı tanımlar. Gazali'ye göre, ilim irfanı doğurur, irfan da hakikate ulaştırır. İlim, insanın iç ve dış dünyayı kavramasını sağlar. İrfan, ilim yoluyla elde edilen bilgilerin kalpte derinleşmesi, manevi bir boyuta ulaşmasıdır. İrfan yoluyla elde edilen manevi bilgi de insanı hakikate ulaştırır. Hakikat, Allah'ın zatının ve sıfatlarının idrak edilmesidir. Allah, her şeyin yaratıcısı, varlıkların en yücesi ve mükemmelidir.

Thomas Aquinas, Tanrı'nın varlığını akıl yoluyla kanıtlamak için ‘Beş Yol (Quinque Viae)’ argümanlarını geliştirmiştir. Bu argümanlar, fiziksel dünyadaki gözlemlerden yola çıkarak metafiziksel sonuçlara ulaşmayı hedefler. Tanrı’nın varlığının ‘hareket, neden-sonuç, zorunlu varlık, derecelendirme, düzen-amaç’ yoluyla kanıtlanabileceğini iddia etmiştir. Aquinas inancın ve aklın birbirine zıt olmadığını, desteklediğini ileri sürer. Akıl ve doğa, Tanrı'nın yarattığı düzenin bir parçasıdır, doğru bir şekilde kullanıldığında inançla çelişmez. Tanrı'nın varlığını akıl yoluyla anlamanın mümkün olduğunu, ancak bazı dini gerçeklerin sadece vahiy yoluyla bilinebileceğini söyler. Tanrı'nın doğasını açıklarken, ‘mükemmel, zamansız, sonsuz’ gibi niteliklerini vurgular.

Søren Kierkegaard, insanın varoluşsal sıkıntılar ve belirsizliklerle dolu bir hayat sürdüğünü, bunun üstesinden gelmek ve anlam bulmak için bireyin rasyonel düşüncenin ötesinde bir ‘sıçrayış’ yapması gerektiğini savunur. Bu sıçrayış, kişinin gerçek anlamda özgürleşmesini sağlayacaktır. ‘İnanç sıçrayışı (leap of faith)’ olarak tanımlanan bu kavram; bireyin mantıklı gerekçelerle açıklayamadığı bir durumu, içsel deneyim ve öznel bağlılık yoluyla kabul etmesi, inanması anlamına gelir. İnanç, bilgiye ya da kanıtlara dayalı değildir, belirsizlik ve paradoks içinden doğar. Kierkegaard Tanrı kavramını, bireyin aklının sınırlarını aşarak, sonsuz ve mutlak olanla ilişki kurması şeklinde açıklar. Bu ilişki, bireyin varoluşsal anlamını ve hakikatini bulmasında kilit bir rol oynar. Ona göre Tanrı'ya inanmak, kişinin kendi sınırlı varoluşunun ötesinde bir bağlılığı ve güveni gerektirir.

Friedrich Nietzsche'nin düşünceleri, modern dünyada Tanrı'nın rolü ve inançların anlamı üzerine derin bir eleştiri sunar. Nietzsche, geleneksel Hristiyan ahlakının, güç ve yaşam istencini bastırarak, zayıflığı ve teslimiyeti yücelttiğini savunur. Tanrı kavramının toplumların ahlaki ve kültürel ihtiyaçlarına göre geliştirildiğini, insanları kontrol etmek için bir araç olarak kullanıldığını iddia eder. Çok bilinen ‘Tanrı Öldü’ metaforu ile, batı toplumunda Tanrı'nın otoritesinin giderek zayıfladığını, insanların bu boşluğu doldurmakta zorlandığını ifade eder. Tanrı'nın ölümü sonrası insanın kendi değerlerini yaratma sorumluluğu vardır. Bu bağlamda, ‘üst insan’ kavramını ortaya atar. Üst insan, mevcut ahlaki ve kültürel değerlerin ötesine geçerek, kendi anlamını yaratabilen bir bireydir.

Martin Buber, özellikle ‘I-Thou (Ben-Sen)’ kavramıyla tanınır. Buber’in inanç anlayışı Tanrı’yla kişisel ve doğrudan bir ilişki kurmayı vurgular. Tanrı, ‘Sen’ olarak deneyimlenen bir varlıktır. Tanrı’nın varlığı, öznel bir deneyim ve ilişki yoluyla kabul edilir. Bu ilişki bireyin yaşamında derin bir anlam, bağlılık sağlar. Bu anlayış, Tanrı’yı rasyonel bir şekilde kanıtlamaktan çok, bireyin deneyiminde ve ilişkilerinde anlamlı kılmayı hedefler.                 

Paul Tillich’in teolojisi, modern dünya bireylerinin yaşadığı boşluk ve anlamsızlık duygularına yanıt vermeyi hedefler. İnancı, bireyin anlam arayışına, kaygılarına ilişkin derin bir ‘varoluşsal bağlılık’ olarak tanımlar. İnanç, bireyin kendi varoluşunu, dünya görüşünü oluşturan bir ‘temel güven’ duygusudur. Tanrı’yı ‘varoluşsal temelin kaynağı’ olarak ifade eder. Tanrı hem ‘varlık’ (being) hem de ‘varlıkların kendisi’ (being-itself) olarak görülür.

Martin Heidegger varlık ve varoluş kavramlarına odaklanır. Başyapıtı ‘Varlık ve Zaman’da, insanın varoluşunu ve dünyadaki yerini anlamaya çalışır. Bireyin kendi ontolojik sorunlarına odaklanmasını vurgular. Heidegger’de inanç, insanın anlam arayışının bir parçası olarak görülürken, Tanrı kavramı, varoluşun temelini arama sürecinde bir sembol olarak yer alır. Heidegger'in felsefesi, dini inançları temellendirmekten ziyade, insanın varoluşsal kaygılarını ve anlam arayışını derinlemesine incelemeyi amaçlar.

Şu ana kadar yazdıklarıma baktığımda, bu metnimin diğer metinlerime göre daha fazla bilgi içerdiğini, öznel deneyimlere çok yer vermediğini fark ettim. Bu durumun birkaç sebebi olabileceğini düşünüyorum: Birincisi, metin konusunun yoğunluğunu teorik bilgilerle daha geniş bir zemine yayma; ikincisi, inancın oldukça kişisel unsurlara dayanması nedeniyle hem kendime hem de bu metni okuyacaklara bir özgürlük alanı açma isteğim olabilir.

Yaşayan her şey zamanı geldiğinde ölecek. ‘Toprağa dönünceye kadar alın teriyle ekmek yiyeceğiz. Topraktan dünyaya, külden küle, tozdan toza dönüşeceğiz. Her nerede olursak olalım, ölüm bize ulaşacak, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsak da yine kurtulamayacağız.’ Yaşadıkça bunun farkında olacağız. Ölüm karşısında yalnız, savunmasız, çaresiz kalacağız. Hayattayken sahip olduklarımız ölümden sonra bize fayda sağlamayacak. Bir dayanak ve teselli arayacağız.

 

Yine de canlı olan hiçbir şey gerçek anlamda ölmeyecek. Hayatta kalmak için yediklerimiz hücrelerimizin içine işleyecek. Öldükten sonra gömülenler toprağa ve suya, yakılanlar havaya karışacak. Sevilenlerin hatıraları, onları anımsayan son kişi de gidinceye kadar zihinlerde kalacak. Gidenlerin ruhları geldikleri yere geri dönecek. Yeryüzündeki hayat sonsuz bir döngü içinde, evrende var olmaya devam edecek.

Var olduğumuza göre, yaşamayı sürdüreceğiz. Yaşarken zorlanacağız. Yalnızlık çekeceğiz. Ayrılıklara katlanacağız. Sevdiklerimizi kaybedeceğiz. Buna çok üzüleceğiz. Günün birinde sevdiklerimizi üzeceğimizi bileceğiz. Bütün bunlara rağmen, bizden öncekilerin yaptığı gibi direneceğiz. Olup biteni anlamaya, hayatımıza anlam katmaya çalışacağız. Anlamak için aklımıza başvuracağız. Akıl yoluyla dış dünyayı ve bir ölçüde iç dünyamızı algılayacağız. Öncekilerden öğrendiklerimize kendi kavradıklarımızı ekleyeceğiz. Böylece bilgiye ulaşacağız. Ancak ulaştığımız menzil, hayatı anlamlandırmaya yetmeyecek. Böyle bir aşamada, bir sıçrayışa ihtiyaç duyacağız. Aklımızın sınırlarını aşarak, sonsuz olanla öznel deneyim yoluyla bir bağ kurma olanağı bulacağız. Belki böylece, hatıralarımızdaki dut ağaçlarının gölgesinde huzursuzluğumuzu yatıştıracağız.

 

Serhat Çıtak, Temmuz 2024, İstanbul