VAR OLMA KILAVUZU

 

İNSAN OLMAK

 

“Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir. (Homo sum; humani nihil a me alienum puto)”     

                                                           Publius Terentius Afer

Lev Tolstoy, “İnsan Neyle Yaşar” isimli öyküsünde; karısı ve çocuklarıyla bir kulübede yaşayan yoksul bir ayakkabıcı olan Semyon’un hikâyesini anlatır. Semyon, bir koyun postu satın almak üzere, alacaklarını tahsil etmek için komşu köye gider, ancak sadece 20 kapik ve tamir edilmek üzere kendisine verilen bir çizmeyle geri dönmek durumunda kalır. 20 kapikle de bir kadeh votka içerek evine dönerken, kilisenin duvarına yaslanmış çırılçıplak bir adam görür. Önce onu görmezden gelerek uzaklaşır, sonra vicdanını dinleyerek geri döndüğünde adamın üşümüş, korkmuş halde olduğunu fark eder. Kendi kaftanını, elindeki çizmeleri adama giydirir, ona neden bu durumda olduğunu sorar. Adamın cevabı ilgi çekicidir: “Beni Tanrı cezalandırdı.” Semyon adamı evine davet eder, karnını doyurur, yatacak yer verir. Mihail isimli adama mesleği öğretir, yanında çalıştırmaya başlar. Mihail, sonraki altı yıl boyunca Semyon ve ailesiyle birlikte yaşar. Öykünün devamında; Tanrı’nın Mihail’i neden cezalandırdığını, Mihail’e sorduğu ‘insanda ne olduğu, insana neyin verilmediği, insanın neyle yaşadığı’ sorularının cevaplarını öğreniriz. Tolstoy, insanın içsel huzuru ve gerçek anlamı bulabilmesi için kendisini tanıması gerektiğini vurgular.

 

Peki, insan kendisini nasıl tanıyabilir? İnsana dair algılarımız nasıl şekillenir? İnsanlık kavramına ilişkin düşüncelerimizin kaynağı nedir? İnsanlarla ilişki halinde olmak iç dünyamızda ne tür etkiler yaratır?

İnsanın iç dünyasını her zaman merak ettim. Görünenin ardındakini anlamaya çalıştım. Olguların kaynağını kavramak istedim. Belki bu sayede, kendimi de tanıyabilmeyi umdum. Bütün bunlar beni kaçınılmaz olarak, çok severek yaptığım mesleğime yöneltti. Meslek hayatım boyunca, binlerce insanın hikâyesini dinledim. Her birinin, adeta parmak izleri kadar özgün öyküleri vardı. Kederlerini, yaslarını, kaygılarını, korkularını, öfkelerini, coşkularını benimle paylaştılar. Bana gelip dertlerini anlatan insanları merak, dikkat ve anlayışla dinledim. Güncel sorunlarının kaynağına yönelik bir yolculukta onlara arkadaşlık ve kılavuzluk etmeye çalıştım. İç dünyalarının kilitli kapılarını açmaları, girilmemiş odalarını keşfetmeleri konusunda cesaretlendirdim. Hayat hikâyelerine, farklı bir perspektifle yeniden bakabilmelerine yardımcı oldum. Kendilerini anlamalarını sağlamaya gayret gösterdim. Onlar kendilerini anlarken, ben hem onları hem de kendimi anladım. Bunun için minnettarım. Mesleğimi uzun yıllardır, severek, heyecanla sürdürebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Yalnız başına yetişmiş bir insan kendisini tanıyabilir ve anlayabilir mi?             Bu amaçla, kurgusal bir çalışma yaptığımızı düşünelim. Bir bebeği doğduğu andan itibaren; etrafında hareket edebilen hiçbir canlının olmadığı, ancak bitkilerin ve cansız nesnelerin bulunduğu bir doğa ortamına götürüp bıraktığımızı, bedensel gelişimini sürdürebilmesi için gereken her türlü ihtiyacını onunla herhangi bir iletişim kurmaksızın sağladığımızı varsayalım. Bu koşullar altında, bebek yetişkinlik çağına geldiğinde acaba ne olurdu? Nasıl bir varlığa dönüşürdü? Kendisine ilişkin bir farkındalığı olur muydu? Kendisini algılayabilir, anlayabilir miydi? Bu soruların kesin cevaplarını bilemeyiz, zira böyle bir çalışma yapmamız mümkün olmaz. Ancak, bazı tahminlerde bulunabiliriz. Bu kişi bedensel açıdan sağlıklı olabilirdi. Duyularını kullanabilirdi. Gökkuşağının rengini, çiçeklerin kokusunu, meyvelerin tadını, güneşin ısıttığını, yağmurun ıslattığını, gök gürültüsünün korkuttuğunu algılayabilirdi. Acıkırdı, uyurdu, belki rüya görürdü. Toprağı, suyu, bitkileri, taşları tanıyabilir, ayırt edebilirdi. Bedenini inceleyebilir, kollarına, bacaklarına dokunabilir, vücudundaki değişimleri izleyebilirdi.

Bu insan, belki bazı sesler çıkarabilir ama konuşamazdı. Belki merak edebilir, gözlemleyebilir, ama anlayamazdı. Sebep sonuç ilişkisini kurabilir, ama olguları kavramsallaştıramazdı. Aşkı, hasreti, kederi, öfkeyi, iyiliği, kötülüğü, merhameti, vicdanı bilemezdi. Bu durumuyla, bir ruhsal yapıdan, bilinçten, benlikten, kendilikten, kişisel farkındalıktan söz edilebilir miydi? Muhtemelen hayır. Zira, insan yavrusu ruhsal gelişimi için önce annesiyle, sonra da diğer insanlarla yakın fiziksel ve duygusal temasa ihtiyaç duyar.

Hapishanelerde uzun süreli tecrit veya izolasyon koşullarında tutulan mahkumlar arasında, ‘hapishane halüsinasyonları’ olarak adlandırılan halüsinasyonlar sıkça görülebilir. Uzun süreli izolasyon; beynin duyusal uyarılma eksikliği nedeniyle kendi içinde duyusal deneyimler yaratma eğilimine girdiği halüsinasyonlara, bu da kişinin gerçeklikle bağlantısını kaybetmesine yol açabilir.

 

William R.D.Fairbairn’e göre ‘İnsan yaşamındaki temel güdü, haz ve doyum değil, diğer insanlarla bağlantı kurmaktır.’ Bağlanma kuramını geliştiren John Bowlby de, bağlanmayı ‘Anne ile bebek arasında kurulan, bebeğin hayatta kalma şansını arttıran, derin içgüdüsel bağ’ şeklinde tanımlamıştır. Harry Harlow’un deneylerinin de bağlanma kuramı üzerinde önemli etkileri olmuştur. Harlow, maymun yavrularının anneleriyle olan bağlanma sürecini incelemek için iki farklı yapay anne modeli kullanmıştır: biri tüylü, yumuşak ve rahatlatıcı, diğeri telden yapılmış, sadece yiyecek sağlayan bir yapıda. Maymun yavruları, rahat, tüylü anneye daha fazla bağlanma arzusu göstermişler, yiyecek sağlayan telden yapılmış yapay anneyle bağ kurma konusunda ise daha az istekli olmuşlardır. Bu deneyler, anne ile bebek arasındaki ilişkide sadece fiziksel beslenme ve doyumun değil, aynı zamanda duygusal bağlanma ve güven duygusunun da önemli olduğunu vurgulamıştır.

Âdem ve Havva cennette huzur içinde yaşarlarken, kendilerine ilişkin bir farkındalıkları, iyilik ve kötülüğe dair bilgileri, bilinçleri var mıydı? Şeytana uyarak; ölümsüzlüğe kavuşmak niyetiyle, kendilerine yasaklanmış olan hayat ağacının meyvesinden yemeyi tercih ettiklerinde, çıplaklıklarının farkına vardılar, tercihlerinin sonuçlarıyla yüzleştiler, sahip olduklarını kaybetmenin bilincine ulaştılar. Ölümsüzlüğe kavuşmak isterken, ölümlülüğü anladılar.

Bu yazıyı hazırlarken, Kudüs’ü ziyaret ettim. Bir yere giderken, kaçınılmaz olarak orayla ilgili duygu, düşünce ve hayallerinizi de götürüyorsunuz. Belki doğrusu, boş bir zihinle, beklentisizce gidebilmektir. Çocukluğumdan beri Kudüs’le ilgili pek çok şey okumuş, izlemiş, dinlemiştim. Büyülenmeye hazırdım. Öyle de oldu.

Kudüs yaklaşık 5000 yıllık bir kent. Tarihin her döneminde, pek çok uygarlığın, imparatorluğun ilgi odağı olmuş. Tek tanrılı dinlerin gözbebeği sayılmış. Hep fethedilmek istenmiş. İki defa tamamen yok edilmiş, defalarca işgal edilmiş, el değiştirmiş, değerini hiç kaybetmemiş, en sonunda bütün inançların ve kültürlerin eşsiz bir mozaiğini oluşturmuş efsunlu bir şehir.

Şehrin kalbinde Müslümanlar için çok önemli olan “Mescid-i Aksa”, hemen yanı başında da “Kubbetü’s-Sahre” yer alıyor. Yahudiler için vazgeçilmez olan “Tapınak Dağı”, “Ağlama Duvarı” ve Hıristiyanlar için çok değerli olan “Via Dolorosa”, “Kutsal Kabir Kilisesi” de şehrin diğer önemli yerleri.

 

Via Dolorosa’da yürürken, birden ‘Ecce Homo Kemeri’ denilen yapıyı gördüm. Aklıma Nietzsche’nin aynı isimdeki kitabı geldi. ‘Ecce Homo’ latince ‘İşte İnsan’ anlamına geliyor. Hristiyanlık inancına göre bu ifade, İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki durumunu, onun acılarını, fedakârlığını, insanlık durumunu sembolize ediyor. İncil'e göre; Yahudiler, Roma Valisi Pontius Pilatus’tan İsa’nın öldürülmesi için onay isterler. Pilatus İsa’yı sorguya çeker, suçsuz olduğu kanaatine vararak serbest bırakmak ister, ancak halkın ısrarı üzerine onun çarmıha gerilmesini onaylar. Pilatus’un; Hz. İsa’yı, alaylara maruz kalmış, dövülmüş, bağlanmış ve dikenlerle taçlandırılmış haliyle öfkeli kalabalığa ‘Ecce Homo’: ‘İşte (bu) İnsan’ diyerek gösterdiği rivayet olunur.

 

Kudüs gezimiz sırasında; Mescid-Aksa’da namaz kılan, Kur’an okuyan Müslümanları, Ağlama duvarı önünde dua eden, küçük kağıtlara dileklerini yazarak duvara sıkıştıran Yahudileri, Via Dolorasa’da üzüntü içinde yürüyen, Kutsal Kabir Kilisesi’nde ağlayan Hristiyan hacıları gördüm. Hepsi samimiyetle inanmış insanlara benziyordu. Aynı coğrafyada yetişmiş, benzer kültürle yoğrulmuş kişiler oldukları çok belliydi. Peki ne olmuştu da Âdem’in çocukları birbirlerinden bu kadar uzaklaşmışlardı? Onları ayıran nefret duvarları, nasıl olmuştu da bu denli yükselmişti? Kardeşlik duyguları neden düşmanlığa dönüşmüştü? Bunun kökleri Habil ve Kâbil’e kadar uzanıyor muydu?

 

 

Kutsal metinlerde ve yerel efsanelerde Babil Kulesi’nin hikâyesi anlatılır. Efsaneye göre; Sümerliler bu kuleyi, Tanrı Marduk adına Babil’in Asma Bahçelerinin içine zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce yapmışlardır. Tevrat'ın Tekvin bölümünde de Babil Kulesi’nden söz edilmektedir: “Ve bütün dünyanın dili bir, sözü birdi. Ve vaki oldu ki, şarkta göçtükleri zaman, Şinar (Sümer) diyarında bir ova buldular ve orada oturdular. Ve dediler: Bütün yeryüzü üzerine dağılmayalım diye, gelin, kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule bina edelim ve kendimize bir nam yapalım. Ve âdemoğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için RAB indi. Ve RAB dedi: İşte, bir kavimdirler ve onların hepsinin bir dili var ve yapmağa başladıkları şey budur ve şimdi yapmağa niyet ettiklerinden hiçbir şey onlara menedilmeyecektir. Gelin, inelim ve birbirinin dilini anlamasınlar diye, onların dilini orada karıştıralım. Ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil denildi; çünkü RAB bütün dünyanın dilini orada karıştırdı ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı.” Burada anlaşılması biraz zor ve paradoksal bir durum var gibi görünmektedir: Tanrı, sadece bir bölgede yaşamak, aynı dili konuşmak ve bir nam salmak isteyen insan topluluğun niyetlendikleri şeyden onları menetmeyeceğini bildirmiş, buna rağmen onların dilini farklılaştırmış ve onları Babil’den dünyanın değişik yerlerine dağıtmıştır. Tanrı insanlardan ne istemektedir?

Tevrat'a göre insan, Tanrı tarafından yaratılmış, değerli ve Tanrı'nın suretinde olan bir varlıktır. İnsanın dünyadaki amacı, Tanrı'nın emirlerine uymak ve doğruyu yapmaktır.

 

Kur’an’ı Kerim’de de ‘İnsan Suresi’ yer almaktadır. Bu surede şöyle söylenir: “Gerçek şu ki, kendisinden ‘insan’ olarak söz edilmeye değer bir varlık haline gelinceye kadar, insanın üzerinden uzun zaman geçti. Biz insanı katışık bir sudan yarattık. Onu imtihan etmek maksadıyla yarattığımız için, kendisine işitip görme, anlayıp kavrama kabiliyeti verdik. Ayrıca biz ona doğru yolu gösterdik. Artık insan ya bunca nimete karşılık iman ve itaat üzere şükredecek, ya da nankörlük edecek.” 

 

Kutsal metinlere fazlasıyla yoğunlaştığımın farkındayım. Ancak konu ‘insan’ olunca, bir de Kudüs gibi bütün dinler açısından önemli olan mistik bir şehri ziyaret edince, yazının içeriği böyle şekillendi.

 

Hepimiz ölümlü varlıklarız, ölüm karşısında da çaresiz hissediyoruz. Ölümden sonrasını merak ediyor, ama ne olacağını bilemiyoruz. Bu konuda bir teselliye ihtiyacımız var. Çoğumuz, ‘teslim olma’ duygusuyla rahatlıyoruz. Kudreti sınırsız bir Yaratıcının emir ve yasaklarına uymamız halinde, öldükten sonra bizlere sonsuz bir mutluluk sunacağına inanıyoruz. Kimilerimiz teselliyi, ‘sahip olma’ arzusunda arıyor. Toprak, mülk, para, güç, makam, şöhret sahibi olarak kendimizi yatıştırıyoruz. Bazılarımız, ‘yaratma arzusu’ üzerinden avunmaya çalışıyor. Müzik, resim, edebiyat, sinema eserleri bu sayede ortaya çıkıyor. Ancak pek azımız ‘insan olma’ arzusuna sahibiz. İyilik, sevgi, merhamet, nezaket, hoşgörü, fedakârlık, vefakârlık, cömertlik artık yeryüzünde çok rağbet görmüyor. 

 

Mesleğim gereği, pek çok insanın hikâyesini dinlediğimi söylemiştim. Dinlediğim her hikâye, bana insan olduğumu ve insana dair hiçbir şeye yabancı olmadığımı yeniden hatırlatıyor. Her biri son derecede benzersiz olan bu hikâyelerin, kesiştiği bazı ortak alanlar var: Anlaşılma isteği, sevilme ihtiyacı, değer görme arzusu, ilişki sorunları, ayrılıklar, kayıplar, travmalar. Sanıyorum ki, bunlar içinde baş edilmesi en zor olanı kayıplar. Sevdiği bir insanı kaybedenlerin acısı neredeyse hiç dinmiyor. Hele ki, evladını kaybedenlerin ıstırabı en yakıcı olanı. Bana gelen insanları dinlerken doğal olarak duygulanıyorum. Bazı terapi yaklaşımları, terapistin duygularını olabildiğince kontrol etmesi gerektiğini vurgular. Ben böyle düşünmüyorum. İki insan arasındaki etkileşimin temel unsurlarından birisi olan duygu aktarımının, iyileştirici bir etkisi olduğuna inanıyorum. Terapistin, duygularının farkına varması ve bunu terapi sürecinde hastasının yararına kullanabilmesi çok mümkün. Bazen samimi bir duygunun paylaşılması, yüzlerce sözcüğün yerini tutabiliyor. İnsanların acıları beni üzdüğünde üzüntümü saklamıyorum, onların coşkularına katılıyor, mutluluklarını paylaşıyorum.

 

Goethe’nin dediği gibi; “İnsan kendini insanda tanır.” Erken bebeklik döneminden itibaren, bize bakım veren insanlarla kurduğumuz ilişkiler üzerinden kendimizi anlamaya başlarız. Ebeveynlerimizin karakter özellikleri ve davranış biçimleri, insana dair algılarımızı biçimlendirir. Erken dönemde kurduğumuz ilişki örüntüleri içimize yerleşir. Bu örüntüler, yaşantımızın ilerleyen dönemlerinde kuracağımız ilişkilerin doğasını belirler. Önce kendimizi, sonra yakınlarımızı, daha sonra insanları anlarız. Anladıkça büyürüz ve olgunlaşırız. İnsanın içindeki iyiliği, kötülüğü tanırız.

 

Yazımın başında; Tolstoy’un ‘İnsan Neyle Yaşar’ isimli öyküsünden; Semyon ve Mihail’in hikâyesinden, Tanrı’nın Mihail’e sorduğu ‘insanda ne olduğu, insana neyin verilmediği, insanın neyle yaşadığı’ sorularından bahsetmiştim. Tolstoy Mihail’in dilinden bu soruları şöyle yanıtlar: ‘İnsanda sevgi vardır, insana neye ihtiyacı olduğunu bilme yetisi verilmemiştir, insan içindeki Tanrı sevgisiyle yaşamaktadır.’ 

 

Yeryüzünde var olanların bir kısmı tamamen unutulacaktı: şan, şöhret, para, mülk, makam ve mevki. Pek çoğu unutulmadan kalacaktı: besteler, tablolar, heykeller, romanlar ve şiirler. Hiç unutulmayacak olanlar da vardı: insan olma arzusu, sevgi, iyilik ve merhamet.

 

 

Serhat Çıtak, Temmuz 2023, İstanbul.