VAR OLMA KILAVUZU

 

YALNIZ BUĞDAY TARLALARI

 

 

“Yalnızlık insanlık durumunun en derin gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve başkasını arayan tek varlık insandır. Onun doğası, kendini bir başkasında gerçekleştirme özleminden oluşur. İnsan nostaljiktir ve birlik arayışı içindedir. Dolayısıyla kendinin farkına vardığında, başkasının eksikliğinin, yani yalnızlığının farkına varır.

Octavio Paz, Yalnızlık Labirenti, 1950.

Bir seyahat için Amsterdam’a gittiğimizde, zihnimdeki en öncelikli ziyaret mekânı Van Gogh Müzesi idi. Sabah erken bir saatte müzedeydik. Geziye oto portrelerinin bulunduğu büyük salondan başladık. Resimlerin önünden sessizce geçerken fark ettiğim şey, Van Gogh’un bakışlarındaki ‘hüzün ve yalnızlık’ duygusuydu. Bu duygu sarsıcı biçimde anında içinize işliyor, sizde de benzer bir etki yaratıyordu. Bunu sadece renkleri ve fırça darbelerini kullanarak yansıtabilmek, çok az kişide bulunan istisnaî bir yetenek ve dehânın ürünüydü. Vincent’te olduğu gibi…

Salonda geçirdiğim kısa zaman diliminde, Vincent ile aramda bir bağ oluştuğunu hissettim. Aynadaki görüntüsüne bakarak tuvale aktardığı tablodan bana ulaşan üzüntünün sebebini merak ettim. Çok eskiden beri, insanların yüzüne bakarak ne hissettiklerini anlamaya çalışmak gibi, sebebini sonradan anladığım bir ilgim vardı. Özellikle hüzünlü yüzler, her zaman beni çekmişti. Vincent’teki hüznün sebebini bilebilmem mümkün değildi. Hayatına ilişkin çok fazla bilgi sahibi değildim. Daha önce onunla ilgili bir dijital sanat gösterisine katılmış, bir de başrolünde Willem Dafoe’nin oynadığı ‘Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında’ adlı 2018 yapımı bir film izlemiştim. O zaman da yaşam öyküsünü merak etmiş, ama üzerinde yoğunlaşma fırsatı, belki ‘cesareti’ bulamamıştım. Zira, yalnızlık ‘zor zanâat’ idi. Müze ziyareti hem merakımı hem de cesaretimi arttırdı.

Van Gogh; ressam olmaya karar vermesinden sonraki on yıllık bir sürede, yaklaşık 900 resim, 1.100 çizim ve eskizden oluşan 2.000'den fazla sanat eseri üretmiştir. Bilinen ilk tablosunu 1881’de, sonuncusunu 1890’da yapmıştır. Eserlerinin büyük çoğunluğunu, hayatının son iki yılında tamamlamıştır. Hayattayken satabildiği düşünülen iki tablosundan birisi Julien Tanguy, diğer tablosu ‘Kırmızı Üzüm Bağı’ da Anna Boch tarafından alınmıştır. Yaşadığı dönemde pek takdir edilmeyen ressamın şöhreti, ölümünden sonraki yıllarda artmıştır. Bugün, batı sanat tarihinin en büyük ve etkili ressamlarından biri olarak kabul edilmektedir.

Bir sanatçının kişisel yaşam hikâyesini, hayatındaki kırılma anlarını ve dönüm noktalarını bilmeksizin onun eserlerini anlayabilmek neredeyse imkânsızdır. Bazen bunu bilmek de yetersiz kalır. Değişik kaynaklardan edindiğim bilgiler yardımıyla, Van Gogh’un yaşam öyküsünü kendimce derledim. Şimdi gelin birlikte, Vincent’in eserlerini onun penceresinden kavramaya çalışalım:

Vincent Willem van Gogh, 30 Mart 1853'te Hollanda'nın Zundert şehrinde doğmuş. Doğumundan tam bir yıl önce aynı gün ölü doğan ağabeyinin adı, Vincent’e verilmiş. Yani bir ‘ikâme bebek’ olarak dünyaya gelmiş. İki yıl sonra kardeşi Anna, dört yıl sonra Theo, altı yıl sonra Elizabeth, dokuz yıl sonra Willemina, on dört yıl sonra Cornelius doğmuş.

Annesi Anna zengin bir aileden gelen, çiçek resimleri yapan, katı, dindar bir kadın. Babası Theodorus ise, Hollanda Reform Kilisesi'nde rahip olarak çalışan, geleneksel, tutucu bir adam.

Vincent sessiz, içe dönük, düşünceli bir çocuktur. Yedi yaşındayken doğduğu köyde okula başlar. On bir yaşında ailesi onu Zevenbergen'deki bir yatılı okula gönderir. Orada çok mutsuz olur, terk edilmiş hisseder. Yatılı okula gönderilmesi, hayatı boyunca kendini bir sürgün gibi hissetmesine neden olur. Sonradan kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta, çocukluk yıllarını ‘kasvetli, soğuk ve kısır’ olarak tanımlamıştır.

On beş yaşındayken, Lahey'deki bir sanat firmasında işe girer, yirmisinde firmanın Londra ofisine geçer. Başarılı olur, iyi para kazanmaya başlar. Buradayken kaldığı ev sahibinin kızı Eugénie Loyer'den hoşlanır, ona duygularını açıklar, fakat reddedilir. Bu olaydan sonra içine kapanır.

Yirmi üç yaşında, Etten’e taşınmış olan ailesinin yanına döner. Bu dönemde giderek dindarlaşır. Amsterdam'da bir üniversitenin teoloji sınavına girer, kazanamaz. Yirmi beş yaşındayken Brüksel’de bir köyde misyoner olarak görevlendirilir. Köydeki bazı tavırlarından ötürü, ‘rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği’ gerekçesiyle işine son verilir.

1880’de yeniden ailesinin yanına döner. Yirmi yedi yaşına gelmiş, ancak henüz hayattaki yönünü bulamamıştır. Ailesinden çok farklı bir dünya görüşüne sahiptir. Giyim tarzı, sıra dışı davranışları ailesine rahatsızlık vermekte, aralarında gerginliklere neden olmaktadır. O yıl, sanatçı olmaya karar vererek Brüksel'de bir sanat akademisine kaydolur. Büyük bir istek ve kararlılıkla çalışır. Millet, Breton gibi Fransız ressamlarının resimlerini inceleyerek kendi sanatının temellerini oluşturur. Bu süreçte, kardeşi Theo’nun mali yardımı onu yüreklendirmiştir.

Aynı yıl, kendisinden yedi yaş büyük dul kuzeni Cornelia ‘Kee’ Vos-Stricke’ye âşık olur. Ona evlenme teklifinde bulunur, kuzeni Kee bu teklifi “hayır, asla, hiçbir zaman” sözleriyle reddeder. Vincent, bir kadın tarafından ikinci kez geri çevrilmiştir.

Bu olaydan sonra Lahey’e gider, aldığı ödünç parayla bir atölye kurar, yağlı boya resimler yapmaya başlar. Burada, eskiden hayat kadını olan ‘Sien’ Hoornik ile tanışır, yakınlaşır, onu modeli olarak kullanır. Sien yoksul, acılı, umutsuz bir kadındır. Tanıştıklarında ikinci çocuğuna hamiledir. Doğurduğu erkek çocuğa Willem adını verir. Kardeşi, ailesi, arkadaşları Sien ile ilişkisini onaylamazlar. Vincent babasının zorlamasıyla, tanışmalarından bir buçuk yıl sonra Sien’i ve iki çocuğunu terk ederek Drenthe’ye gider. Vicdan azabı çeker, mutsuz hisseder. Yalnızlıktan iyice bunaldığında, Nuenen’de bulunan ailesinin yanına döner. Yeniden resim yapmaya yoğunlaşır. Burada yaşadığı iki yıl boyunca, ‘Patates Yiyenler’ tablosunun da dâhil olduğu iki yüz yağlı boya resmi tamamlar. Bu dönemde yaptığı resimlerinde sıkıntılı bir atmosfer, kasvetli toprak tonları, özellikle koyu kahverengi belirgindir.

1884 yılında, kendisinden on yaş büyük komşu kızı Margot Begemann ile bir ilişki yaşamaya başlar. Evlenmek isterler ancak aileleri karşı çıkar. Bu duruma üzülen Margot striknin içerek intihar etmeye teşebbüs eder. Vincent’in yardımıyla hastaneye götürülerek kurtarılır.

Bu arada, ailesiyle sürekli tartışma halindedir. Babasının müdahaleci tavırları, aralarındaki gergin ortamı daha da kötüleştirmektedir. Babası 1885'te ani bir kalp krizi sonucunda ölür. Vincent ona ithafen, ‘İncilli Natürmort’ resmini yapar. İncil babasının inancını, Emile Zola’nın önde duran ‘Yaşama Sevinci’ romanı dünyeviliği, sönmüş mum da babasının yaşamının ve Vincent'in inancının kayboluşunu sembolize etmektedir.

O yıl, sanat eğitimine dönmeyi düşünür. Bu kez Belçika’nın Anvers sanat akademisini tercih eder, bir daha geri dönmemek üzere Hollanda'dan ayrılır. Yoksulluk içinde yaşar, çok kötü beslenir. Theo'dan gelen tüm parayı resim malzemelerine, modellere harcar.

1886’da Paris'e gitmeye karar verir. Theo'nun Montmartre'deki dairesine yerleşir. Paletinde daha parlak renklere yer vermeye, daha cesur fırça darbeleri kullanmaya, kendi tanınmış stilini geliştirmeye başlar. Émile Bernard, Toulouse-Lautrec gibi sanatçılarla tanışır. Ancak kardeşi ile arası giderek açılır. Theo artık Vincent ile yaşamayı ‘neredeyse dayanılmaz’ bulmaktadır. Bir yılın sonunda, Paris'in banliyölerinden Asnières'e taşınır. Parkları, Seine Nehrini, köprüleri resmeder. Paul Gauguin ile arkadaş olur. Paris’te geçirdiği dönem Van Gogh’un sanatsal gelişimini çok olumlu etkilemiştir. Burada kaldığı iki yıllık süre içinde iki yüzden fazla resim yaptıktan sonra 1888’de şehirden ayrılır.

Güney Fransa’da Rhone nehrinin kıyısındaki Arles'e yerleşir. Burada, Gauguin’in de dâhil olacağını umduğu bir sanat kolonisi kurmayı planlar.  Lamartine meydanında bulunan, sonradan ‘Sarı Ev' olarak anılacak binanın doğu kanadını kiralar. Bölgenin manzarasından, ışığından büyülenir. Sanatsal gücünün zirvesine ulaşır. Çiçeklenen meyve bahçelerini, buğday tarlalarını, doğa temalarını ele alır. Konuları basit olsa da hayatın, güzelliğin ve trajedinin özünü derinden hissettiren resimler yapar. Arles dönemi, en çok eser verdiği zamanlardan biri olur. Aralarında ‘Van Gogh'un Sandalyesi, Arles'daki Yatak Odası, Gece Kahvesi, Rhone Üzerinde Yıldızlı Gece, Natürmort: On İki Ayçiçekli Vazo’nun da olduğu iki yüzden fazla yağlı boya, yüzden fazla karakalem ve suluboya resmi tamamlar.

Gauguin Vincent’in daveti üzerine gönülsüz biçimde, 1888 yılında Arles'e gelir ve Sarı Ev’e yerleşir. Arles'te kaldığı iki aylık sürede ‘Ayçiçeklerinin Ressamı: Vincent Van Gogh'un Portresi’ tablosunu tamamlar. Vincent de ‘Gauguin’in Portresi’ni yapar. Bir süre sonra, kişilikleri, fikirleri çatışmaya, ilişkileri kötüleşmeye başlar. Aralarındaki ‘aşırı gerilimli’ durum hızla kriz noktasına ilerler. Bir gece Gauguin yürümek için evden çıktığında, Vincent’in ‘elinde açık bir ustura’ ile kendisini takip ettiğini fark eder, ona doğru yöneldiğinde Vincent eve döner ve ustura ile sol kulağını keser. Ertesi sabah yatağında polis tarafından bilincini kaybetmiş olarak bulunur, acilen hastaneye kaldırılır. Olayı o günkü gazeteler şöyle aktarır: “Geçen pazar gecesi Vincent Van Gogh adlı ressam, Hollanda kökenli, bir no’lu geneleve gelmiş, Rachel isimli şahsı çağırmış, gazete kağıdına sardığı kulağını ona vererek şöyle demiş: “Bu nesneyi özenle saklayın”. Sonra ortadan kaybolmuş. Zavallı bir akıl hastasından başkasının işi olamayacak bu olaydan haberi olan polis ertesi sabah bu şahsın evine gittiğinde, onu yatağında baygın olarak yatarken bulmuştur. Bu bahtsız acil olarak hastaneye kaldırılmıştır.”

Vincent Dr. Felix Rey’in gözetimi Hotel-Dieu Hastanesine yatırılır. ‘Genel deliriyum ve akut mental bozukluk’ tanısı konur. Tedavisinin ilk günlerinde Gauguin'i görmek ister. Gauguin ise olaya bakan polis memuruna “lütfen bu adamı uyandırırken nazik olun ve beni sorarsa Paris'e döndüğümü söyleyin.” demiştir. İleride zaman zaman yazışacak olsalar da Gauguin ve Van Gogh bir daha hiç görüşmezler.

1889’da Theo ile haberleşerek, Saint-Rémy-de-Provence’deki Saint-Paul-de-Mausole psikiyatri hastanesine yatmaya karar verir. Dr. Théophile Peyron ona ‘epilepsi’ teşhisi koyar. Ruhsal dengesinin sağlanması sonrasında, kendisine biri atölye olarak kullanılmak üzere iki oda verilir. Artan umutsuzluğuna rağmen resmin iyileştirici gücüne inanır. Hastanede kaldığı bir yıl boyunca yüz elliye yakın resim yapar. Bunların arasında, sonradan en ünlü eserlerinden birisi olacak resim de vardır: ‘Yıldızlı Gece’. Bu tabloda, hastane odasının doğuya bakan penceresinden, Saint-Rémy-de-Provence köyünün gün doğuşundan hemen önceki halini resmetmiştir.

Bu sırada Theo, nişanlı olduğu Johanna ('Jo') Bonger ile evlenir. Bir yıl sonra bir erkek çocukları olur. Ona ‘Vincent Willem’ adını verirler. Vincent çok duygulanır, yeğeni için hastanede ‘Badem Çiçeği’ tablosunu yapar ve onlara gönderir. Bir süre sonra rahatsızlığı nükseder. Depresyonuna rağmen resim yapmayı sürdürür. Bu sırada ‘Kederli Yaşlı Adam’ çalışmasını tamamlar.

Bir durum değerlendirmesi yapan Theo, Vincent için en iyisinin Paris’te Auvers-sur-Oise’de yaşayan terapist Dr. Paul Gachet’in gözetimine girmesi olduğuna karar verir. Theo’nun önerisini kabul eder, 1890 Mayıs’ında Paris’e gider. Auvers’te kaldığı yetmiş günlük süre boyunca, hiç olmadığı kadar çalışır, seksen yağlı boya tablo yapar. Çiçeklerle dolu bahçeleri, dalgalanan buğdayları, duygu dolu panoramik manzaraları resmeder. Auvers’teki buğday tarlaları çok ilgisini çekmiştir. Yeni sorunların ilk işareti, 10 Temmuz'da Theo'ya yazdığı bir mektupta ortaya çıkar: “Kendi adıma, şu anda hepimizin dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim, bir başarısızlık hissediyorum. Ve manzara giderek kararıyor, hiç de mutlu bir gelecek göremiyorum. Genel olarak neşeli olmaya çalışıyorum ama hayatımın kökleri tehdit altında ve adımlarım da sendeliyor. Üç büyük tuval daha yaptım. Bunlar çalkantılı gökyüzünün altındaki uçsuz bucaksız buğday tarlalarıydı. Üzüntüyü ve aşırı yalnızlığı ifade etmeye özen gösterdim.” der. Bu sırada yaptığı ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’ tablosu, o günlerine hâkim olan ‘melankoli ve yalnızlık’ halini yansımaktadır. Theo durumundan kaygılanarak, 22 Temmuz’da ona şöyle yazar: “Umarım sevgili Vincent, sağlığın iyidir. Zorlukla yazabildiğini söylediğin için seni rahatsız eden, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğundan biraz endişeliyim.”

27 Temmuz 1890'da 37 yaşında iken, kendisini Lefaucheux à broche marka bir altıpatlar tabanca ile göğsünden vurarak yaralar. Kaldığı han sahibinin kızı Adeline Ravoux, 13 yaşındayken gerçekleşen bu olayı açık seçik hatırlamaktadır. Sonradan, 76 yaşındayken yazılan bir beyanında; ‘27 Temmuz sabahı Van Gogh'un kahvaltıdan sonra handan ayrıldığını, akşam karanlığı çökmesine rağmen dönmeyince ailesinin endişelendiğini, gece karnını tutarak hana geldiğini, güçlükle odasına çıktığını, babasının onu yatağında yatarken bulduğunu, kalbine yakın yerde olan yarasını göstererek “Kendimi öldürmeye çalıştım. Daha önce resim yaptığım buğday tarlasına gittim, öğleden sonra kendimi bir altıpatlar ile vurdum ve bayıldım, akşamın serinliği ile kendime gelince, yarım kalan işimi tamamlamak için altıpatları aradım ama bulamadım, sonra da hana geri döndüm” dediğini’ anlatır. Babası Dr. Gachet'yi hana çağırır. Gachet yarayı sardıktan sonra durumun umutsuz olduğunu söyleyerek handan ayrılır. Vincent bazen piposunu içerek, bazen inleyerek ama çoğunlukla sessiz kalarak, ara sıra da uyuklayarak geceyi geçirir. Ertesi sabah iki jandarma hana gelerek olay hakkında sorular sorarlar. Vincent şöyle cevap verir: “Vücut benim vücudum ve ona istediğimi yapmaya özgürüm. Kimseyi suçlamayın, sadece intihar etmek istedim.” Adeline'in babası Theo'ya bir telgraf gönderir. Theo geldiğinde, Vincent’i kısmen iyi bir ruh hâli içinde bulmuştur. Ancak birkaç saat içinde durumu kötüleşmeye başlamış, sonra da komaya girmiştir. 29.Temmuz gecesinin ilk saatlerinde 01:30 civarı ölmüştür. Theo kız kardeşine yazdığı mektubunda Vincent'ın ölümünden önceki duygularını şu şekilde ifade etmiştir: “Kendisi ölmek istedi. Yatağının ucuna ilişip onun daha iyi olmasına çalışacağımızı ve bu tarz bir acıdan artık kurtulacağını umduğumuzu söylediğimde “La tristesse durera toujours” (Hüzün sonsuza kadar sürecek) dedi. Bu sözlerle ne demek istediğini anlıyorum.”

Vincent’in eski dostu ressam Emile Bernard’ın, Gustave-Albert Aurier’ye yazdığı mektup, 30 Temmuz 1890 günü öğleden sonra yapılan cenaze töreni hakkındaki detayları günümüze ulaştırmıştır: “Naaşının bulunduğu odanın duvarlarında asılı olan son resimleri, onu saran bir renk halesi gibiydi. Resimlerden fışkıran dehâ, orada bulunan biz ressamlar için bu ölümü daha da dayanılmaz hale getiriyordu. Tabutun çevresi çok sevdiği ayçiçekleri de dâhil olmak üzere, bir sürü sarı çiçekle sarılmıştı. Yanında, şövalesi, iskemlesi, fırçaları duruyordu. Son çalışmalarına göz attım; bir tanesi Delacroix’nın ‘Bakire ve İsa’sından esinlenilmiş çok güzel ve kederli bir resimdi. Bir diğeri ‘Tutuklular Çemberi’ isimli, Doré’den esinlendiği, belki de kendi sonunu betimleyen bir resimdi. Naaşı gözyaşları arasında dostları tarafından cenaze arabasına yüklendi. Kendisini ağabeyine adamış olan Theo hıçkırıklar içindeydi. Bir yandan Auvers dışındaki tepeye tırmanırken, diğer yandan onun resim dünyasına etkisini, aklındaki büyük projelerini, her birimize yaptığı iyilikleri konuştuk. Mavi gökyüzünün altında, olgunlaşmış buğday tarlalarına bakan küçük bir tepenin üzerindeki mezara ulaştık. Daha sonra mezarına indirildi. O gün tam onun sevdiği gibiydi, halâ aramızda olduğunu ve bu güzel güneşli günden keyif aldığını hayal ettim.”

Vincent’in ölümünden sonra gücünü kaybeden, onun yokluğuyla başa çıkamayan Theo abisinden altı ay sonra ölmüş, Utrecht'te gömülmüştür. Theo'nun ardından, dul eşi Jo kendisinin ve küçük Willem’in geçimini sağlamak zorunda kalır. Vincent’in bütün sanat koleksiyonunu yanına alarak Hollanda'ya taşınır. Daha sonra bütün enerjisini, Vincent’in resimlerini ve sanatını dünyanın her yerinde tanıtmaya yöneltir. 1905'te en önemli hayalini gerçekleştirir: Amsterdam'daki Stedelijk Müzesi'nde düzenlenen o ana kadarki en büyük retrospektifte Van Gogh’un dört yüz seksenden fazla eseri sergilenir. ‘Arles’teki Yatak Odası’ da sergilenen eserlerden biridir. Yaklaşık iki yüz sanat eseri satılır. Jo 1925'te öldüğünde hedefine ulaşmıştır: Vincent dünyaca ünlü olmuş ve eserleri dünyanın her yerindeki müzelerde sergilenmeye başlamıştır.

Jo, 1914’te Theo’nun naaşını Auvers mezarlığına, Vincent’in mezarının hemen yanına naklettirmiş, Dr. Gachet’nin bahçesinden alınan menekşelerin mezarların üstüne dikilmesini istemiştir.

Vincent hayatı boyunca, 650'den fazlası Theo'ya olmak üzere toplam 820 mektup yazmıştır. Bu mektupların 663 tanesi korunmuştur. Jo, mektupları derlemek için yoğun çaba sarf etmiş, sonunda 1914’te ilk baskısını yayınlatmıştır. Van Gogh hakkında günümüzde bilinenlerin çoğu iki kardeş arasındaki bu mektuplara dayanmaktadır.

Van Gogh'un ölümünden sonra anısına Brüksel, Paris, Lahey ve Anvers'te sergiler düzenlenmiştir. Eserleri çeşitli üst düzey sergilerde yer almıştır. Fransız romancı ve gazeteci Octave Mirbeau 1892'de, Van Gogh'un ölümü üzerine “Sanat için sonsuz derecede üzücü bir kayıp... bu dünyadan gidişi güzel bir dehâ alevinin sönüşü anlamına gelen zavallı Vincent Van Gogh, ölümüne uğurlanırken de yaşadığı gibi gözlerden uzakta kalmış ve ihmâl edilmiştir.” diye yazmıştır.

Mesleki bilgi ve tecrübelerimi; tanımadığım, görüşmediğim ve benden bu konuda bir talebi olmayan insanlar hakkında kullanmamaya büyük özen gösteririm. Ancak bazen, hayatta olmadığı için tanıma imkânınız bulunmayan kişilerin ruhsal dünyalarını merak edebilirsiniz. Böyle bir durumda, bulunan kaynaklardan edindiğiniz bilgiler ışığında bir ‘ruhsal analiz denemesi’ yapmaya çalışabilirsiniz:

Kişisel hayat hikâyesinden anlaşıldığı kadarıyla; Vincent van Gogh’un hayatında baskın olan duygular ‘yalnızlık ve hüzün’dür. Ölen abisinin yerine ikâme edilen bir bebek olarak dünyaya gelmiş olması suçluluk, erken yaşta yatılı okula gönderilerek evden uzaklaştırılması değersizlik, ebeveynlerinin katı ve eleştirel tutumları yetersizlik duygularına, bu durum da onda hayat boyu sürecek melankolik ruhsal yapıya zemin oluşturmuş olabilir. Yaşamının erken döneminde annesiyle geliştirdiği güvensiz bağlanma örüntüsü, muhtemelen sonraki yıllarda ilişki kurduğu kadınlarla arasında sorunlara yol açmış, âşık olduğu kadınlardan ikisi tarafından reddedilmiş, birisi intihar girişiminde bulunmuş, bunların sonucunda derin bir ruhsal çöküntü yaşamıştır. Erken yaşlarda atıldığı çalışma hayatında başarılı olamamış, her seferinde aile evine dönmek zorunda kalmış, orada da bir türlü rahat edememiştir. Bir dönem dine yönelmiş, aradığı huzuru bulamamıştır. Sonunda, içindeki derin kederi resim çizerek dindirebildiğini fark etmiş, bir daha da resim yapmayı hiç bırakmamıştır. Bütün bu süreçler boyunca kardeşi Theo tutunabildiği en sağlam dayanak olmuş, en zor anlarında koşulsuz destek hep ondan gelmiştir. Ona neredeyse bütün resimlerini göndermiş, yüzlerce mektup yazmış, hayatı boyunca bağlantı halinde kalmış, son sözlerini de ona söylemiştir. Bir ruhsal rahatsızlığı olup olmadığı, bu durumun eserleri üzerindeki etkileri her zaman tartışma konusu olmuştur. Düzensiz nöbetlerle seyreden, arada normal işlevlerine devam edebildiği dönemleri olan bir rahatsızlığı olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Durumunun düzensiz beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol tüketimi ile kötüleştiği muhtemeldir. Sonuç olarak; bu hüzünlü hikâyeden bizlere, hayatın özüne dair son derecede çarpıcı ve etkileyici pek çok eser kalmıştır.                                    

Van Gogh’un yalnızlığının ona büyük acılar verdiğini, aynı zamanda yaratıcılığına katkı sağlayan önemli unsurlardan biri olduğunu sanıyorum.

Peki; yalnızlık nasıl bir duygudur, nereden kaynaklanır, nasıl başa çıkılır, üzerimizde ne tür etkileri vardır?

Bu duygu, düşünürler ve edebiyatçılar tarafından çoğu zaman olumlu bir kavram olarak ele alınmıştır. Paulo Coelho; ‘Akra'da Bulunan El Yazması’ kitabında şunları söylüyor: “Yalnızlık ruhumuzun bizimle konuşmakta en özgür olduğu andır. Yalnızlıktan bunalmış hissedenlerin, hayatın en önemli anlarında daima yalnız olduğumuzu hatırlamaları önemlidir.”

İsviçreli filozof ve Doktor Johann Georg Zimmermann, 1756-1785 arasında yazdığı dört ciltlik ‘Yalnızlık Üzerine’ kitabında, ‘yalnızlık ve tek başınalık’ kavramlarını farklı şekillerde değerlendirmiştir: Yalnızlık, kişinin içsel bir eksiklik ya da boşluk hissettiği olumsuz bir deneyimdir. Tek başınalık ise, bireyin yaratıcılık için bilinçli olarak yalnız kalmayı tercih ettiği olumlu bir deneyimdir. Ona göre yalnızlık dışsal yollarla elde edilemez, benlik üzerinde yapılan sürekli ve özenli bir çaba sonucu gelişen aktif bir geri çekilme şeklinde yaşanır.

Paul Tillich de 1963 basımlı ‘Sonsuz Şimdi’ kitabında yalnızlığı şöyle tanımlamıştır: “Dilimiz bilgece, yalnız olmanın iki yönünü de sezmiştir: Yalnız kalmanın acısını ifade etmek için ‘yalnızlık (loneliness)’, yalnız olmanın yüceliğini ifade etmek için de ‘tek başınalık (solitude)’ sözcüklerini ortaya çıkarmıştır.”

Zimmermann insanın yalnızlık arayışını da şöyle formüle eder: “Gerçeğin ve erdemin dostu olan bir filozof, kısmen hoşnutsuzluğundan ve dünyadan tiksintisinden, kısmen de zihninin ve yüreğinin iyi ve doğru olana dair bilgisini ve duygusunu artırma arzusundan dolayı yalnızlığı arar. Gecenin yalnız gölgesinde büyük kararlar üzerine düşünürüz, en derin varlığımıza nüfuz ederiz, ihtiyaçlarımızı, hatalarımızı ve bunlara karşı koyma araçlarını tanırız.”

Mistik yorumların yaygın olduğu Hint dinleri, Hıristiyanlık, Yahudilik ve bazı İslâm geleneklerinde ruhsal olgunluğa erişmek amacıyla ‘yalnızlık’ yaşantısından söz edilir. Yeryüzü hayatı ve beden ruhun hapishanesi olarak değerlendirilir. Ruhun özgürleşmesi, dolayısıyla insanın gerçeğe ulaşması için; kişinin dünya yaşantısından, bedenin arzu ve isteklerinden uzak durması, bunun için de inzivaya çekilmesi gerekli görülür. Sûfî gelenekte bu yaşantı ‘uzlet’ olarak tanımlanmıştır. Kişinin dünyevi bağlardan kendini soyutlayarak bütün varlığıyla Allah’a yönelmesi, iç alemine yoğunlaşması, zihin ve kalp temizliğiyle uğraşması anlamına gelir.

Şimdi biraz da kuramsal bilgilerim çerçevesinde yalnızlık konusunu ele almaya çalışayım:

Yalnızlık, dış dünyaya ilişkin fiziksel unsurlar barındırmakla birlikte, daha çok iç dünyamızdan kaynaklanan ruhsal/varoluşsal bir kavramdır.

Ruhsal açıdan bakıldığında, her birimizin yalnızlık karşısındaki tutumlarımızın farklı olacağı öngörülebilir. Dünyaya geldiğimizde bize bakım verenlerle kurduğumuz ilişkinin doğası, onlarla bağlanma biçimimizin niteliği, bağlandığımız ebeveynlerimizden ayrılarak bireyselleşebilme becerisi, bu durumun sağladığı emniyet duygusu, bu süreçte edindiğimiz psikolojik dayanıklılık ve belirsizliğe tahammül edebilme kapasitesi hayatımızın sonraki dönemlerinde, yalnızlığa yönelik tepkilerimizi şekillendirir. 

Kimilerimiz için yalnızlık, korku ve çaresizlik yaratan bir duygudur. Buna ilişkin ilk deneyimler, sıklıkla ayrılma kaygısı şeklinde yaşanır. Bazı çocukların ilkokula başlarken annelerinden ayrılmakta ne kadar zorlandığını biliriz. Böyle bir durumda söz konusu olan, terk edilme endişesidir. Çocuk kendisini güvende hissetmek için bir başkasının varlığına ihtiyaç duyar. Bu kişiler sonraki ilişkilerinde de benzer kaygıları sıkça yaşarlar. Sevdikleri kişinin onları günün birinde terk edeceği ihtimali yoğun sıkıntıya ve değersizlik duygusuna yol açar. Bu durumu engellemek için kendi gereksinimlerini bastırırlar. Gereğinden fazla verici, kabullenici davranırlar. Yine de çoğunlukla terk edilirler. Zira bir ilişki içinde özgüven eksikliği kolay algılanır ve buna uzun süre tahammül edilmez.

Kimilerimiz için yalnızlık, arzu edilen ve rahatlama sağlayan bir duygudur. Bu durum genellikle, çocukluk yıllarında kaygılı ebeveynlerinin abartılı ilgi ve yoğun denetimine maruz kalarak bunaltılmış bireylerde ortaya çıkar. Bu kişiler için yakınlık tehditkâr bir anlam içermektedir: kendilerine bireysel özgürlük alanı bulamama ve ilişki içinde kaybolma endişesi. Bu nedenle, derin ilişkiler kurmaktan kaçınır veya mesafeli bir tavır sergilerler. Böyle bir ilişki de sonlanmaya mahkumdur. Zira, taraflardan birisinin yakınlık ihtiyacı çoğunlukla karşılanamayacaktır.

Şanslı bazılarımız içinse yalnızlık, ne korkulacak ne de arzulanacak bir duygudur. Bu kişiler; sadece kendileri olduğu için yeterince sevilmiş, onlarla güvenli bağlar kurulmuş, vakti geldiğinde sağlıklı biçimde ayrılabilmeleri teşvik edilmiş, kendinden emin çocuklar olarak yetiştirilmişlerdir. Kendilerini ve başkalarını sevebilme potansiyelleri yüksektir, uygun şekilde vermeyi ve almayı bilirler, paylaşmaktan zevk duyarlar, bir ilişki içinde bağımsız bireyler olmayı başarabilirler, terk edilme veya kaybolma kaygısı duymaksızın derinlikli ilişkiler kurabilirler.

Yine de ilişkilerin bazen yetersiz kaldığı, tıkandığı bir düzlem vardır.  Aldous Huxley bu durumu şöyle açıklıyor: “Dile, zekâya, sezgiye ve sempatiye rağmen; kimse kimseye gerçek anlamda hiçbir şey iletemez. Her düşüncenin ve duygunun esas özü, bireysel ruhun ve bedenin aşılmaz kasa odasında kilitli olarak, iletilemez halde kalır.”

Varoluşsal açıdan yalnızlık, bütün insanları eşitleyen bir işleve sahiptir. Her birimiz dünyaya yalnız geliriz ve yalnız ayrılırız. Yaşadığımız süre boyunca türlü ilişkiler kurarız. Ancak içimizde bir yerlerde, ne denli tatminkâr olursa olsun hiçbir ilişkinin tam olarak dolduramadığı bir boşluk kalır: ölümlü olmanın sebep olduğu bir yalnızlık duygusu. Ölmek varoluşsal düzeyde, en yalnız insani deneyimdir. Ontolojik yalnızlık, hepimizde kaygı yaratır. Bu kaygıyla baş edebilmek, önce onunla cesaretle yüzleşmeyi ve kabullenmeyi gerektirir. Bu zorlu mücadele sonucunda ayakta kalanlar için yalnızlık, varlığın özüne giden kapıları açan tılsımlı bir anahtar olabilir.

 

Serhat Çıtak, Mayıs 2024, İstanbul