VAR OLMA KILAVUZU

 

YOK OLMANIN DAYANILABİLİR AĞIRLIĞI?

 

Birazdan okuyacağınız metnin, başlıkta göründüğü kadar dayanılabilir olmayabileceği konusunda sizleri peşinen uyarmak, yol yakınken dönmek isteyenleri de anlayışla uğurlayacağımı da söylemek isterim. Kalıp devam edecek olanlara gül bahçesi vadetmiyorum. Yine de sizleri ‘huzursuz etmek’ gibi bir niyetim olmadığını eklemeliyim. Ali Şeriati’yi de bu vesileyle rahmetle analım.

 

Milan Kundera, 53 yaşındayken tamamladığı romanını yazarken ne kadar zorlanmıştı, romanına o başlığı koyarken olarak ne düşünmüştü bilemiyorum. Başlık konusunda paradoksal bir ironiye başvurmuş olduğunu sanıyorum.  Yazdığı romanın, sonradan en tanınan kitabı olacağını muhtemelen henüz bilmiyordu. Bir söyleşisinde; o romanı 25 yıl kadar önce yazmaya başladığını, ancak başarılı bulmadığı için bir kenara bıraktığını, sonrasında başka romanlar yazdığını, ancak günün birinde o hikâyeye geri dönme düşüncesinin hep kafasında var olduğunu söylüyor. Romanı bitirmeye kendisini yeterince hazır hissetmediği bir dönemde, hikâye ile uyum sağlayabilecek gerçek bir motif ararken babasının ölümünü hatırladığını, romanı da bu hatırası üzerinden tamamladığını ifade ediyor. Yani, bir ölüm üzerinden bir hikâye tamamlanıyor. Ölüm zaten, hayatı hem tamamlayan hem de sonlandıran bir unsur değil midir?

 

Rollo May’a göre ise temel mesele şudur: “zaman ve mekandaki belli bir anda her nasılsa var oldum, asıl sorunum bu gerçeğin nasıl farkına varacağım ve bununla ne yapacağım?” İnsan; varlığının bilincinde olan, bunun sorumluluğunu alan ve ayrıca, kendi ölümünü önceden tahmin eden, ölüm ile hep diyalektik bir ilişki kuran bir varlıktır. Ölüme dair bir farkındalık olmazsa, varoluş anlamsız ve gerçekdışı olur. Heidegger ve Sartre, var olmamayı/yokluğu, ontoloji düşüncesinin merkezine yerleştirmişlerdir. Var olma, kendisini ve var olmamayı kucaklar, içinde barındırır. Bununla birlikte; Paul Tillich’e göre, var olan her şeyin temelinde ölü bir varlık yerine, yaşayan bir yaratıcılık bulunur ve varlığın kendisini ‘olumlaması yok olmaya ne kadar dayanabilirse o kadar güçlü olur.

 

Oldukça yoğun kavramlar içeren ‘ağır’ bir giriş paragrafıyla sizleri baş başa bıraktığımın farkındayım. Bunun bir hafifleme ihtiyacı oluşturduğunu da sezinliyorum. Meselemiz de zaten buradan kaynaklanıyor. Kundera’yı hem o başlığı koymaya hem de meramını aşk ve ilişkiler kurgusu üzerinden anlatmaya yönlendiren de aynı şey olabilir: Ağırlık duygusu ve hafifleme arzusu. Şimdi sizlerden sakin bir ortamda kısa bir süre için gözlerinizi kapamanızı, hayatınızı sizin için ağır bir yük haline dönüştüren bir duygu yaşayıp yaşamadığınıza odaklanmanızı, yaşadıysanız bunun sebebini düşünmenizi, bu duygudan çıkabilmek için neler yaptığınızı hatırlamaya çalışmanızı istiyorum.

 

Belki bazılarınıza bu istek anlamsız gelmiştir. Ancak halen bu satırları okumaya devam edenlerin yukarıdaki egzersizi yaptığını varsayıyorum. Her birimizin bu sorulara verdiği cevaplar farklı ve kendine özgü olabilir. Maddi zorluklar, ağır hastalıklar, travmatik deneyimler, ayrılıklar, kayıplar ve yalnızlık ilk aklıma gelenler. Ama bütün bu cevapların zemininde bizleri buluşturan ortak bir özelliğimiz var: Hepimiz var olduğunun bilincinde, yok olmaya doğru yol aldığının da farkında olan varlıklarız.

 

Yok olma düşüncesi bizde nasıl bir duygu oluşturur? En baskın duygu ‘kaygı’ olsa gerek. Peki, neden kaygı duyarız? Bunun sebebi de ‘belirsizlik’ olabilir. Zihnimizdeki bazı sorular bu belirsizliği ortaya çıkarabilir: ‘yok olmak nasıl bir şeydir, öldükten sonra sadece bedenimiz mi yok olacak, ruhumuza ne olacak, artık hiçbir deneyimimiz olmayacak mı, bir başka bilinç düzeyinde varlığımız sürecek mi, bizden önce ölmüş sevdiklerimizle ‘bir yerlerde’ buluşabilecek miyiz, geride bıraktığımız sevdiklerimizden bir şekilde haberdar olabilecek miyiz, onlar biz gittikten sonra hayatlarına nasıl devam edecekler, ne şekilde hatırlanacağız, günün birinde unutulacak mıyız,  yarım kalmış hayallerimiz ne olacak?’ Bunlara hepimizin ekleyeceği pek çok soru olabilir. Ancak sanıyorum ki, herkes için ikna edici cevaplar bulabilmek çok kolay değil. Bu da belirsizlik duygusuna ve dolayısıyla kaygıya yol açıyor.

 

Bu konu filozofların ve edebiyatçıların her zaman en temel uğraşı alanlarından birisi olmuştur. Epikouros, insanın temeldeki acısının nedeninin, her zaman ve her yerde var olan ölüm korkusu olduğunu düşünmüştür. Ona göre, ruh ölümlüdür ve bedenle birlikte yok olur. Ruh ölümlü olduğu ve ölümle birlikte dağıldığı için ölümün bizim için hiçbir anlamı olmadığını öne sürer. Bir başka ifadeyle: ‘benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde ben yokum’ der. Sokrates ise ruhun ölümlülüğü konusunda farklı düşünmektedir. Şöyle der: “ölüm, ruh için basit bir ikamet değişikliği, yani bir yerden başka bir yere göçtür. Ölüm, sizi buradan başka bir yere götüren bir seyahatse ve eğer orada bütün ölenler sahiden buluşuyorsa, o zaman başımıza bundan daha büyük hangi hayalin gelmesini hayal edebiliriz?” İbn-i Sina da Sokrates gibi, ölümü iki dünya arasında bir geçiş olarak görmektedir: “Ölüm hadisesi ruhun bedeni terk etmesidir, ama asıl olan ‘ölmeden ölmektir’.”

 

Ölüme ve yok olmaya dair kaygılarımız en çok, bir yakınımızı kaybettiğimizde bizi yakalar. Yakınlık derecesine bağlı olarak üzüntümüzün ve kaygımızın yoğunluğu değişse de bizim de bir gün öleceğimiz düşüncesi derinlerde bir yerlerde hepimizi huzursuz eder. ‘Canlılık’ durumuna ilişkin algımızın ölüm kapıyı çaldığında hızla dağılması, kısa bir süre öncesine kadar konuştuğumuz, gözlerine baktığımız, elini tuttuğumuz bir varlığın bir anda canlılığını kaybetmesi karşısında dehşete kapılırız. Bir yakınım, “her şey, yitirdiğimizi toprağa verdiğimizde yatışıyor” demişti. Belki bu yüzden, geride kalan diğerleriyle bir arada olmayı, acımızı onlarla paylaşarak yatışmayı arzu ederiz. Gidenin ardından yasımızı tutarak olgunlaşırız. Toparlanmamız ve hayatımıza devam edebilmemiz zaman alır. Her kayıp, bu duyguyu yeniden yüzeye çıkarır.

 

Ölüm düşüncesi bizi bazen bir anlamsızlık duygusuna da götürebilir. ‘Hayatın anlamı nedir, neden yaşıyoruz, eğer öleceksek, eğer hiçbir şey kalıcı değilse her şeyin ne anlamı var?’ şeklinde sorular bizi zorlayabilir. Tolstoy bu konudaki kişisel deneyimini çok çarpıcı şekilde ifade etmiştir: “Hayatımın ellinci yılında beni ölüme çok yaklaştıran soru, gelişmemiş bir çocuktan en zeki bilgeye kadar her insanın ruhunda yatan en basit sorudur: şu anda yaptığım ve yarın yapacağım şeyden ne yarar gelecek? Benim bütün hayatımdan ne yarar gelecek? Başka şekilde ifade edilirse: neden yaşamalıyım? Neden bir şey istemeliyim? Yine başka bir ifadeyle: beni bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip olmayacak herhangi bir anlam var mı hayatta?” Tolstoy, bu soruları kendine sorduktan sonra bir istasyonda ölene dek 32 yıl daha yaşadı. Bu süre içinde, ‘İvan İliç’in Ölümü’ de dahil on roman, yirmibeş hikâye, onlarca oyun ve felsefi metinler yazdı. Kendisi ikna edici bir anlam bulabilmiş midir emin değilim, ancak yazdığı eserlerin bizim için çok anlamı olduğu kesin.

 

Hayatının 3 yılını Auschwitz toplama kampında geçiren, ailesini de toplama kamplarında kaybeden Avusturyalı psikiyatrist Viktor Frankl şöyle söylüyor: “Bir gece uykuya dalmadan kısa bir süre önce, günün birinde ölmekten kurtulamayacağım düşüncesinin yol açtığı sarsıntıyla korku içinde yerimden fırladığımda dört yaşlarında olmalıydım. Gerçi aslında hayatımın hiçbir döneminde, ölmek korkusu değildi başıma musallat olan, daha çok bir tek şu soruydu kafama takılıp duran: hayatın geçiciliği onun anlamını yok ediyor muydu? Bu soruya verebildiğim cevap şu oldu: kimi bakımlardan zaten asıl ölüm hayata anlam kazandırıyordu.” Frankl’a göre; yaşamak sorgulamaktan ve bütün varlığımız cevap vermekten öte bir şey değildir ve hayattan bir anlam çıkarabilmenin de üç imkânı olabilir: insanın başardığı veya kendi yaratımı bağlamında dünyaya verdikleri, insanın etkileşim ve deneyim bağlamında dünyadan aldıkları ve insanın acı çekmeye, değişemez kadere karşı takındığı tutum.

 

Sufi geleneğe göre, varlık bir ‘dönüş süreci’ bağlamında tanımlanır. Mutlak varlıktan ilahi nur olarak çıkan varlık, çeşitli değişim aşamalarından geçerek maddeleşir ve en aşağı seviyedeki var oluş haline düşer. Sonra canlılık ortaya çıkarak tekrar yükselmeye başlar, çeşitli aşamalardan geçerek yaratıcıya dönüşünü gerçekleştirir ve böylelikle döngüyü tamamlar. Bu bağlamda, ölümün kendisi de bir varlıktır ve ölenler yok olmaya gitmez.

 

 

Hayat ölüm ile eşitlenir. Var olmanın dayanılmaz ağırlığı, yok olmanın dayanılabilir hafifliği ile dengelenir. Varlık ile yokluk birbirini tamamlar. Var olduğumuza, varlığımızın ve yok olmaya doğru ilerlediğimizin farkında olduğumuza göre; ölümü mağlubiyet değil de yaşamın temel koşulu, ölümlülüğü de var oluşu besleyen saklı kaynak olarak görebilir, kaygıyla yaşamak yerine hayatımızı değiştirmek üzere sorumluluk üstlenebilir, yaşantımıza bir anlam katmaya çalışabilir, dünyamızın içine bir eser kondurabilir, etrafımızdaki varlıklarla sevgi ve merhamet ekseninde ilişki kurabilir, değişmeyecek olan nihaî kaderimize cesaret ve bilgelikle yürüyebilir, böylelikle sonsuzluğa uzanabiliriz.