YİTİK CENNETİN ÇEŞMESİ

Ayrılık; insanın zihnini en çok meşgul eden, duygu ve davranışlarını en çok etkileyen olgulardan birisidir. Aşk gibi, onun kadar. Aşk ve ayrılık hep bir aradadır. Hüzün duygusu da bu ikilinin ayrılmaz bir parçası. Yıllar önce, İstanbul’da ‘Ayrılık Çeşmesi’ sokağını ilk gördüğümde çok etkilenmiş, hikâyesini öğrendiğimde de hayli hüzünlenmiştim. Birbirini seven insanların, uzun yolculuklar öncesinde son kez bir araya gelip vedalaştıkları çeşmenin hikâyesi…

Ayrılık dendiğinde, aklımıza ilk ne geliyor? Sanırım pek çoğumuz, bu soruya “sevdiğimiz bir kişiyi kaybetmek” şeklinde cevap verecektir. Bu, sevilen insanın sevgisini ya da o insanın kendisini kaybetmek biçiminde olabilir. Peki, başka hangi durumları ‘ayrılık’ olarak algılarız?  Sevdiğimiz bir başka canlıyı, bir nesneyi, bir işi, bir evi, bir şehri, bir ülkeyi, bir ideali, bir inancı kaybetmek de ayrılık sayılabilir mi?  Ben, bütün bunların da ayrılığın değişik biçimleri olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında, bizim için çok değerli olan bir ‘şeyden’ geçici olarak uzak kalmak ‘ayrılık’, kalıcı biçimde ayrılmak ise ‘kayıp’ olarak tanımlanabilir. Ayrılığın ‘geçici’ olması, yeniden bir araya gelmeyi gerektirmez. Bir araya gelinse de tılsım bozulmuştur ve çoğu zaman beklentiler karşılanmaz. Yine de ayrılıkta bir telafi imkânı vardır ve bunu bilmek bizi rahatlatır. Kayıp ise, bizi telafisi mümkün olmayan bir boşluk duygusuyla baş başa ve çaresiz bırakır.

Kayıp ve kaygı arasında da derin bir bağlantı vardır. Freud, konuyu şöyle açıklıyor: “Anne bulunmadığı ya da çocuğu sevgisinden yoksun bıraktığı zaman, çocuk gereksinimlerinin yerine getirileceği güveni içinde değildir. Hatta o zaman en acı gerilim duyguları içindedir. Bu korku, doğum sırasında anneden ilk ayrılmada uğranılan ilkel korkunun ürünüdür. Doğum olayı, bizim gözümüzde kaygı halinin bir prototipidir. Kaygı, nesneyi kaybetme tehlikesine verilen bir tepkidir, yasın acısı nesnenin gerçekten kaybedilmesi karşısında ortaya çıkar ve savunma düzenekleri de kaygı ve acı ile baş etme yöntemidir.” Ayrılık, her iki tarafa da hüzün verir. Kierkegaard’ın ifadesiyle: “Çocuğun memeden kesilmesi gerektiği zaman anne de hüzünlüdür. Düşünür ki kendisiyle çocuğu daha da ayrılmıştır. Böylece kısa bir yas dönemi boyunca birlikte ağlarlar.”

Her birimiz, adına doğum denilen bir süreçten geçerek dünyaya geliyoruz. Ancak bu süreci hiçbirimiz hatırlamıyoruz. Peki, doğum bir başlangıç mı yoksa bir son mu? Otto Rank bu süreci travmatik bir durum olarak ele alıyor: “Doğum travması, daha sonra yaşanan bütün ayrılık kaygılarının prototipidir. Kişi kendine yakın birini yitirdiğinde, bu ayrılış yeniden ilksel ayrılışı yani anneden ayrılmayı hatırlatır. Zaten daha sonra da bütün yaşam, artık geri gelmeyecek olan bu yitirilmiş cenneti ikame etme çabasıyla geçecektir.” Bu yaklaşımın bazı haklı yanları var elbette. Lâkin bütün bir yaşamın aslında ‘doğal’ olan bir sürecin etkisi üzerinden hep geriye doğru şekillendiğini öne sürmek, bana yaşamın derinliğini kavramaktan uzak bir bakış biçimi olarak görünüyor. Hayat, kaynağından çıktıktan sonra, yatağını şekillendirerek akıp giden bir nehir gibidir. İçindeki balıklar bazen tersine doğru yüzseler de nehir hiçbir zaman tersine doğru akmaz. Aksine, denizlere kavuşmanın coşkusuyla ileriye doğru yol alır. Ve yaşam bazı acılara olduğu kadar, türlü güzelliklere de gebedir. Ayrıca; bir ayrılık prototipinden söz edilecekse, insanlığın ‘ilksel ayrılığı’ için ‘cennetten ayrılma ’ kavramı kanaatimce daha uygundur.

Ayrılık durumunda ne hissederiz? Bu soruya farklı cevaplar verilebilir: üzüntü, öfke, güvensizlik, hayal kırıklığı, umutsuzluk, yalnızlık gibi. Kendisi mutsuzluk veren bir ilişkinin sonlanması huzur sağlasa da ayrılık çoğu kez olumsuz duyguları açığa çıkarır. A.H.Tanpınar, ‘Huzur’ romanında ayrılığın etkisini çok güzel anlatıyor: “Aylardır ki Mümtaz’ın dış âlemle teması böyle oluyordu. Ona her şey Nuran’la aralarındaki dargınlığın içinden geçerek, onun tarafından havası, rengi, mahiyeti bozularak geliyordu.” Ayrılığa verilen tepkileri şekillendiren, genellikle erken dönemde kurulan ilişkilerin niteliğidir. Erken çocukluk döneminde, kişinin yakın ilişkiler konusunda belki de hayat boyu sürecek bir davranış örüntüsünün temelleri atılır. Sadece var oldukları için koşulsuz bir biçimde sevilen çocuklar, gelecekte ayrılığı daha güvenle ve olgunlukla karşılayabilirler. Sevginin bir koşula bağlı olarak verildiği, ‘yeterince iyi’ olmazsa sevilmeyeceği ve terk edilebileceği duygusuyla büyüyen çocuklar ise yetişkinliklerinde ayrılık karşısında derin bir kaygı ve karamsarlığa kapılabilirler. Bu ayrılıklar sıklıkla, ‘ilk ve telafisi zor ayrılığın’ derin üzüntülerini su yüzüne çıkarır. Ayrılığı, kendi yetersizliklerinin bir sonucu şeklinde algılayabilirler. Belki de yeterince anlayışlı ve sabırlı olmadıkları için terk edilmişlerdir.

Trajik olan şudur: Bu kişiler, genellikle kendilerini sevmeyen ve yetersizlik duygusu hissettiren insanlara yönelirler. Zira geçmişten kalan hesaplarını, farkında olmadan her seferinde benzer başka mekânlara giderek kapatmaya çalışmaktadırlar. Genellikle, o mekânlardan da kayıp duygusuyla ve hüzünle ayrılırlar. Bu durum fark edilemezse, tekrarlayıcı ve acı veren bir örüntüye dönüşebilir.

Vamık Volkan, sağlıklı bir yas için, sağlıklı ayrılıkların gerekli olduğuna işaret ediyor: “Doğduğumuz günden itibaren, bir şeyleri bırakarak büyürüz. Bebek sütünü bardaktan içmek için, annesinin memesini bırakmayı kabullenir. Yürümeye başladığında, kucakta taşınmanın güvenliğini kaybeder. Eğer bu geçişler güvenli bir ortamda olursa, yas tutmak için psikolojik bir modele sahip olma olasılığı artar. Sağlıklı ayrılıklar birbirinin üstüne inşa edilir. Güncel kayıpla barışabilmek için, geçmişimizde yası tamamlanmamış kayıplarımızla karşılaşmaya zorlanırız.”

Güven duygusundan yoksun olduğumuzda, ayrılığın acısına dayanmakta zorlanabiliriz. Bu zorluk en çok; bir ayrılık yaşandığında, hemen yeni bir ilişkiye başlama arzusu şeklinde kendisini gösterir. Hatta bu kişiler için ayrılığa bir gün bile katlanmak o kadar zordur ki, ayrılığın yaklaştığı hissedildiğinde yedekte tutulan bir başkası hemen devreye sokulur. Benzer durumun bir başka örneği, çok ‘sevdiği’ evcil hayvanı öldüğünde hemen bir yenisini edinme davranışıdır. Oysa, sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde yerine birisini koyamayız. Anlamlı bir şarkının sözlerindeki gibi: ‘Yerine sevemeyiz.’ Gidenin yerine birisini sevmeye çalışmak geçici bir rahatlama sağlasa da bizde bir suçluluk, gelen kişide ise bir yapaylık hissi oluşturacaktır.

Freud, duygusal bağlarımızdan asla isteyerek vazgeçmediğimizi ifade etmiştir. V. Volkan da şunu eklemiştir: “Bizim için önemli olan hiç kimseyi bırakamayız. Bir insana duygusal yatırım yaptığımızda, onun ruhsal eşini zihnimizin derinliklerinde saklarız.” Yapılması gereken, gidenin ardından hak ettiği biçimde yasını çekmek ve ayrılığın acısını sindirmeye çalışmak olmalıdır. Yine Volkan’ın ifadesiyle; “Başarılı bir yas işlemi için iki ana bileşen gereklidir: bizim için ne anlama geldiğini değerlendirmek üzere ilişkiyi yeniden gözden geçirmek ve sonra onu geleceği olmayan bir anıya dönüştürmek.” İsmet Özel “acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim” demişse de acılar bizi daha önce sahip olmadığımız bir olgunluğa ulaştırır. Ayrılığın yakıcı ateşi söndüğünde bunu anlarız. Yüreğimizde yanık izleriyle, yeniden ayağa kalkma vaktinin geldiğini hissederiz. Yola koyulduğumuzda, yeni yol arkadaşlarına da rastlayabiliriz. Belki ‘yerine sevemeyiz, ama yeniden sevebiliriz’.

Kaybın acısı çok daha dayanılmaz olabilir. İnsanın başına gelebilecek en sarsıcı olay, bir yakınını kaybetmektir diye düşünüyorum. Evladını yitiren anneler ve babalar gördüm. Dünya üzerinde; bundan daha derin bir acıya yol açan, eksiklik yaratan*, darmadağın eden, eli kolu bağlayan bir durum yoktur sanırım.

Her ayrılık, bize önceki ayrılıklarımızı anımsatır. Her ayrılık ve kayıp, bize kaçınılmaz olan ölümü hatırlatır. Ölüm, ağız tadını kaçıran bir olgudur. Sağlam ve güçlendirilmiş kaleler içinde bulunsak bile, bize ulaşacaktır. Yalom, ilk kaygı ve psikopatoloji kaynağı olarak, Freud’dan farklı biçimde ‘doğum’ yerine ‘ölümü’ koymuştur. Bana kalırsa, doğum ve ölüm birbirini mucizevi biçimde dengeleyen ve tamamlayan kavramlar. Birinin yokluğunda diğerinin varlığı anlamsızlaşıyor. Her ikisi de olması gerektiği gibi, eşdeğer ölçüde doğal süreçler. Her ikisini de bir başkasının yerine deneyimleyemiyor, her ikisini de hatırlayamıyoruz. Her ikisi de daha çok, bizi karşılayanlar ve uğurlayanlar için bir anlam ifade ediyor: birisi kavuşmanın umut ve heyecanını, diğeri yitirmenin kaygı ve üzüntüsünü barındırıyor. Ancak, her iki duruma da bizzat ‘maruz kalanlar’ için temelde bir farklılık yok. Kanaatimce; doğmadan önce bulunduğumuz yere, ölünce yeniden dönüyoruz. Ayrılık sevdaya dâhil olduğu gibi, ölüm de hayata dâhil.          

‘Yitirilmiş cennet’ metaforu, pek çok düşünür için bir uğrak alanı olmuştur. Batı düşüncesinde, bu konuya yaklaşım genellikle karamsar ve umut kırıcıdır: İnsan, günahkâr ve suçlu bir varlık olarak cennetten kovulmuş ve bu günahın kefaretini ödemenin ağır sorumluluğu Âdem’in nesline yüklenmiştir. Sezai Karakoç ise, ‘Yitik Cennet’ kitabında, doğu bilgeliğinden hareketle bu ayrılığın onarıcı boyutunu vurguluyor: “Sevgiye özleyişin katılması içindi Âdemin dünyaya gönderilişi. Ayrılık, sıla özlemi, kavuşma sevinci gibi duygu ve duyarlık ateşleyicisi bir demet sunulsun diye, Âdemin ruhuna bu göç ve bu sürgün bağışlandı. Âdem’in Âdem olması için cenneti yitirmesi gerekiyordu. Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu. Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur.”

Ayrılığın hüznü hepimizi derinden kuşatır. Bir kayıp duygusuyla kaygılanırız. Ancak kaybımızın yasını tuttuğumuzda, acımızın içinden geçerek olgunlaşırız. Bu belki de bir başlangıç olabilir. Uzun bir sürgünden sonra, bütün kayıpların başladığı yerde, yitirdiğimizi düşündüğümüz sevdiklerimizle buluşabiliriz. Kim bilir...  

---------------------------------------------------------------- o --------------------------------------------------------------

*Bu yazıyı yazdıktan sonra, editörüm beni aradı. Yazımı okuduğunu, beğendiğini, ancak daha önceki yazılarım kadar güçlü bulmadığını ifade etti. Bir şeylerin ‘eksik’ olduğu duygusuna kapıldığını söyledi, yazıyla ilgili bazı önerilerde bulundu. Bu arada, bana Cenevre gölü kıyısında bulunan ‘boşluk’ isimli heykelden söz etti. Heykel, Rumen heykeltıraş Albert György’nin ‘Melancolie’ adını verdiği bir eseri. Heykel hakkında farklı bilgiler bulunmakla birlikte, bir kaybın ardından yapıldığı anlaşılıyor. Çok çarpıcı ve etkileyici bir eser. İlk gördüğünüzde sizi çok derininizdeki bir yerden kavrıyor: eksiklik ve boşluk duygusu. Bu eseri gördükten sonra, yazıma bazı eklemeler yaptım. Yine de eksikliğin tamamlandığından, boşluğun dolduğundan emin değilim. Sanırım, editörümün yazıyı okuduktan sonra hissettiği ‘eksiklik’ duygusu da ayrılık temasının kaçınılmaz olarak oluşturduğu bir duyguydu. Belki ben de yazıyı bu duyguyla yazmıştım…