VAR OLMA KILAVUZU
YAŞAYANLARIN HAYALETİ
“Herhangi bir hayat, ne kadar uzun karmaşık olursa olsun, aslında tek bir andan ibarettir: bir insanın, kim olduğunu sonsuza dek öğrendiği an.”
Jorge Luis Borges, Alef, 1949.
Yirminci yüzyıl dünya edebiyatının en etkili yazarlarından biri kabul edilen Arjantinli Jorge Luis Borges; yetmiş altı yaşındayken yayımladığı “Kum Kitabı” adlı eserinin ‘Öteki’ isimli ilk hikâyesinde, bir sabah nehir kıyısındaki bir bankta otururken, ‘öteki benliği’ ile karşılaşan ve onunla gerçeküstü bir sohbete koyulan yaşlı bir adamın öyküsünü anlatır. Karşılaşma gerçektir, yaşlı adam uyanıktır ama ‘öteki’ onunla düşünde konuşmaktadır. Borges kitabına yazdığı son deyişte, bu öyküye ilişkin şunları söylüyor: “Kitapta yer alan bu öykü, Robert Louis Stevenson’un hep şansı yaver gitmiş kalemini birkaç kez harekete geçirmiş olan bildiğimiz ‘çift’ temasını işliyor. İngilizce ’deki karşılığı ‘fetch’ (sağ bir kimsenin hayaleti) ya da daha kitapsı bir söyleyişle, ‘wraith of the living’ (yaşayanların hayaleti); Almanca’da ‘doppelgänger’ (bir başkasına benzer adam). En eski adlarından biri ise ‘öteki benlik’ ti gibi geliyor bana. Kişiyi aynı anda hem seyirci hem de eylemli kılan bu hayaletimsi görünüş herhalde madeni aynalardan, sudaki yansımalardan ya da basitçe insanın hafızasından kaynaklanıyordu. Öyküde, konuşanların iki ayrı kişi olmaları için yeterince farklı, tek kişi olmaları için de yeterince benzer olmalarını sağlamak istedim.”
Borges’in eserlerinde sıklıkla yer verdiği gerçeklik, zaman, sonsuzluk, bilgi, labirent, ayna, kimlik gibi temalar onun insanın varoluşsal arayışını sorgulayan bir yazar olarak anılmasını sağlamıştır. Borges, gerçeğin ve hayalin sınırlarını bulanıklaştırmayı sever. Öykülerinde, hayal ürünü olarak görülen bir şey, bir anda gerçekliğe dönüşebilir. Zaman, eserlerinde sıkça incelediği bir kavramdır. Zamanın döngüsel mi doğrusal mı olduğu, başlangıç ve sonun anlamı gibi sorular, özellikle ‘Alef’ kitabında kapsamlı biçimde ele alınır. Sonsuzluk, Borges’in vazgeçilmez bir diğer ilgi alanıdır. ‘Babil Kitaplığı’ adlı öyküsünde evreni, sonsuz bir kitaplık olarak tasvir eder. Bu, bilginin erişilmezliği ve sonsuzluğu üzerine derin bir metafordur. Bilginin doğasını, sınırlarını, insanın ona duyduğu arzuyu merak eder. Bilgiye ulaşmanın her zaman tatmin edici olmadığını düşünür. Labirent, onun eserlerinde metaforik bir imgedir. İnsan zihninin karmaşıklığını, varoluşun belirsizliğini, yaşamın çözülmesi zor yapısını temsil eder. Borges’in eserlerinde ayna, gerçeklik ve kimlik olgularını irdelemek üzere hem yansıma hem de yanılsama nesnesi olarak öne çıkar. Kimlik kavramı üzerine de yoğunlaşmıştır. İnsanı, kendisiyle olan ilişkisi veya başkalarıyla olan benzerliği üzerinden tanımlamaya çalışır.
Borges’in en temel arayışı, bilinemez olanı anlamlandırmaktır. Ele aldığı kavramlar onun arayışının araçlarıdır. Eserlerinde bireyin ve insanlığın temel evrensel meselelerini derinlemesine sorgular, okuyucuyu kendi labirentlerinde dolaşmaya davet eder. Ancak onun yaklaşımı, kesin bir sonuca ulaşmak yerine, soruların kendisine odaklanmıştır.
Rainer Maria Rilke’nin ‘Genç Bir Şaire Mektuplar’ kitabında söylediği gibi: "Kalbinizde çözülmemiş her şeye karşı sabırlı olun, soruların kendisini kilitli odalarmış veya yabancı bir dilde yazılan kitaplarmış gibi sevmeye çalışın. Belki o zaman, uzak bir gelecekte yavaş yavaş, farkına bile varmadan, cevaba doğru yol alacaksınız.”
Ben de insana ve hayata dair meseleler konusunda kesin cevaplar aramak yerine, soruların kendisini sevmeyi tercih edenlerden oldum. Soru sorma alışkanlığım erken çocukluğumda başladı. Henüz dış dünyayla fazla temas etmediğim günlerde, evin içinde olup bitenleri anlamak için bir kenarda durup izlediğimi, “ne oluyor?” diye düşündüğümü, sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalıştığımı, bunun beni kısmen rahatlattığını, bazen de kaygılandığımı, ilkokulla birlikte akranlarım ile ilişki kurmaya başladıktan sonra türlü davranış biçimlerini keşfettiğimi, sebep sonuç formülünün her zaman işlemediğini fark ettiğimi, “neden oluyor?” düşüncesinin zihnime eklendiğini hatırlıyorum. İlerleyen yıllarda soruların içeriği değişse, dönemsel olarak bazı sorular daha öne çıksa da alışkanlığım hep devam etti.
Küçüklüğümden beri insanların iç dünyalarında neler olduğunu merak ettim. Bunu anlamanın yolu gözlemlemekten, gözlemin yeterli olmadığı durumlarda onlarla bağ kurarak hikâyelerini dinlemekten geçiyordu. Goethe’den referansla, ‘başkalarının hikâyeleri üzerinden kendi hikâyelerimizi de anlıyorduk’. Bağ kurabilmek için samimi olmak, iyi dinleyici olmak için uygun zamanda, doğru soruları sormak gerekiyordu. Kendi iç dünyamı anlamaya çalışırken kendime sorduğum soruları, zaman içinde başkalarını anlamak için onlara da sormaya başladım. Sonunda iyi bir dinleyici olabildiğimi zannediyorum.
Yaşlandıkça; ‘varoluş, başlangıç ve son, zaman, bilinç, yalnızlık, ölüm, sonsuzluk’ gibi, düşünerek cevabını bulamayacağım zor sorular üzerine daha çok kafa yormaya, bu meseleler hakkında kafa yormuş insanları daha çok okumaya başladım. Düşündükçe, okudukça yalnız olmadığımı fark ederek rahatlasam da kaygılarım tam olarak hiç yatışmadı. Bazı şeyler sadece kendi zihnimizde, ruhumuzda, iç dünyamızda husûle geliyordu. Bazı kavramlar sadece yaşanarak anlaşılıyordu. Zaman içinde bunu öğrendim.
Oğlum bebekken, uyumadan önce ona masallar okurdum. Çocukluğunda, ‘Her Güne Bir Masal’ adlı bir kitaptan ona her gece masal okumaya devam ettim. Yanına uzanarak okumaya başlar, o yatağında masalı dinlerken bazen ondan önce uykuya dalar, “oku baba, oku baba !” diye seslenmesiyle kendime gelir, biraz mahcup, okumayı sürdürürdüm. Zaman içinde, masalların çoğunu benden daha iyi öğrenmişti. Sonuçlarını bildiği masalları her seferinde ilgiyle dinlerdi. Bazen sona yaklaştıkça heyecanı artar, benden önce masalı tamamlardı. Bunun üzerine düşündüğümü hatırlıyorum. Başlangıcını, sonunu bildiği bir masalı neden defalarca ilgiyle dinliyordu? Ya da benzer şekilde, daha önce izlediği bazı çizgi filmleri sıkılmadan nasıl tekrar tekrar izliyordu? Bunu daha sonra onunla konuşmadım. Sanırım, bilinmezliklerin olduğu bir evrene ürkek adımlar attığı o günlerde, her satırını bildiği masallar ona güven duygusu veriyordu. Oğlum artık büyüdü. Hayatını uzaklarda tek başına sürdürüyor. Belirsizliklerle dolu dünyanın zorluklarını ve güzelliklerini yaşıyor. Sonunu bilmediği hikâyelerin içinden geçerek olgunlaşıyor ve kendi öyküsünü yazıyor.
Neden hikâyeler dinlemek isteriz?
Bebeklikte ‘söz öncesi iletişim dönemi’, doğumdan itibaren bebeklerin iletişim becerilerinin yavaşça şekillendiği, ancak henüz kelimeleri kullanmadıkları, yani dilin anlamlı bir şekilde kullanıma girmediği bir süreçtir. Bebekler, çevreleriyle ilk etkileşimlerini göz teması kurarak, gülümseyerek veya bazı temel sesler çıkararak başlatırlar. Bu sosyal etkileşimler, bebeklerin başkalarıyla iletişim kurma isteklerinin bir göstergesidir. 9-12. aylar arasında çevrelerinden duydukları kelimeleri tanımaya, bir nesne veya kişiyle ilişkilendirilmiş kelimeleri anlamlandırmaya başlarlar. Bebeklikte bu dönem, onların dil öğrenmeye, dünyalarını anlamaya başlamaları için kritik bir aşamadır.
Bu dönemde temel duygusal ihtiyaç sevgi ve güvendir. Anne ile kurulan ilişki ekseninde edinilen bu duygular bebeği sonraki zorlu süreçlere hazırlar. Bebekle sık sık konuşmak, ona kitaplar okumak veya sesli tekrarlamalar yapmak, onun kelimeleri, sesleri tanıma yeteneğini geliştirir. Bebekler, anne ve babalarından sosyal ve sözel geri bildirimler alarak kelimeler, anlamlar hakkında fikir sahibi olmaya başlarlar.
Sözel iletişim becerilerinin edinilmesiyle birlikte, bebekler masallar dinlemekten hoşlanmaya başlar. Masallar onların kelime dağarcığını zenginleştirir, hayal güçlerini, soyutlama yeteneklerini geliştirmelerine katkıda bulunur. Kötü karakterler ve zorluklarla karşılaşan iyi karakterlerin öyküleri, bebeklerin duygusal durumları anlamalarına, duygusal zekâlarını geliştirmelerine yardımcı olur. Masallarda tekrar eden olaylar, bebeklerin hafızalarına yerleşir, zihinsel süreçlerinin gelişimini sağlar. Masal okuyan ebeveyn ile bebek arasında güçlü bir bağ kurulur. Bebekler ve küçük çocuklar, güvenli, huzurlu bir ortamda dinledikleri masallar aracılığıyla duygusal olarak rahatlayabilirler. Bebeklerin bu dönemde öne çıkan yatıştırılma ihtiyacı böylece karşılanmış olur. Çocuklar masallardaki karakterlerle özdeşleşerek, onların duygu ve deneyimlerini anlamaya başlar. Çoğu masalda, iyi ile kötü arasında bir çatışma vardır, bu çatışmanın çözümü genellikle doğru olanı yapmaktan geçer. Bu öğretiler, çocuklara toplumsal normlar, değerler, başkalarıyla ilişki kurma yöntemleri konusunda rehberlik eder. Gerçek dünyanın ötesine geçebilecek karakterler, çocukların yaratıcılıklarını ve problem çözme becerilerini destekler. Fantastik ögeler içeren masallar, farklı dünyalar hakkında düşünmelerine olanak tanır. Sonuç olarak, masallar bebeklerin ve çocukların ruhsal, duygusal, sosyal, bilişsel gelişimlerine katkı sağlayan çok önemli unsurlardır.
Neden hikâye anlatırız?
Ofisimde, çalışma masamın üzerinde yıllar önce Amerika’ya gittiğimde Phoenix-Arizona’da Kızılderili bölgesinden aldığım, bir hikâye anlatıcısını temsil eden küçük bir biblo duruyor. Yaşlı Kızılderili gülümseyen yüzüyle etrafındaki çocuklara masallar anlatırken, ben, bana başvuran dertli insanların hikâyelerini dinliyorum. İki görüşme arasında notlarımı tamamlarken, bazen onunla göz göze geliyor, birbirimizi saygıyla selamlıyoruz.
Kızılderili geleneğinde hikâye anlatıcıları, genellikle saygı gören önemli figürlerdir. Bu kişiler, kelimelerle hayat bulan bir dünya yaratırlar. Toplumlarının kültürel mirasının, tarihinin, öğretilerinin, değerlerinin nesiller boyunca korunmasını sağlarlar. Anlatıcılar, dinleyicilerle duygusal bir bağ kurarak doğru-yanlış, erdemli-kötü davranışlar, insanın doğa ile ilişkisi gibi konularda önemli yaşam dersleri verirler. Bunu yaparken geleneksel ritüelleri, sembollerle zenginleştirirler. Metaforlar, simgeler aracılığıyla dinleyicilerin derin anlamlar çıkarmasını sağlarlar. Genellikle kabilenin, en bilge ve deneyimli kişileri olan anlatıcılar, aynı zamanda sosyal lider rolünü de üstlenirler. Kızılderili hikâyelerinin ana temaları, yaratılış- mitoloji, doğa-insan ilişkisi, kahramanlık, kader, hayvanlar konusundadır.
İnsanlık tarihinin eski zamanlarından itibaren hikâye anlatıcılığı, kültürel kimliğin, toplumsal değerlerin ve bireysel deneyimlerin aktarılmasında önemli bir rol oynamıştır. Hikâyeler, insanlar arasındaki bağları güçlendiren, toplumsal normları şekillendiren, bireyleri eğiten birer araç olmuştur. İnsanlık tarihinde zaman içinde sözlü anlatımdan yazılı edebiyata doğru genişleyen bu gelenek, insanlığın evrimiyle paralel bir şekilde gelişmiş, büyük bir çeşitliliğe “sahip olsa da kültürler arasında birleştirici bir köprü işlevi görmüştür.
İlk insanların hikâye anlatması, muhtemelen ilkel iletişimle başlamıştır. Avcı-toplayıcı toplumlarda, insanlar gece boyunca ateşin etrafında toplandıklarında, birbirlerine günlük yaşamdan, avlardan, doğadan, hayatta kalma stratejilerinden bahsetmiş olabilirler. Yazının icadıyla birlikte antik Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma gibi uygarlıklarda anlatılar korunarak sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Orta Çağ hem sözel anlatımının sürdürüldüğü hem de yazılı dini eserlerin yoğunlaştığı bir dönem olmuştur. Rönesans döneminde, bu gelenekte büyük değişimler olmuş, yazılı edebiyatın halkın eğitimine katkı sağladığı bir sürece girilmiştir. Yirminci yüzyıl, anlatım biçimlerinin çeşitlendiği bir dönemi simgeler. Yazılı edebiyat, tiyatro, sinemanın yanı sıra, televizyon ve dijital medya da bu dönemde önemli birer aktarım aracı haline gelmiştir. Modern çağda, globalleşmenin etkisiyle farklı kültürlerden gelen eserlerin temaları birbirine daha yakın hale dönüşmüştür.
Ben hikâyelerin sıkça anlatıldığı bir evde büyümedim. Hikâyelere olan merakım belki bu yüzdendir. Uzun yıllar önce mesleğe başladığım dönemdeki hocam ‘tanımlayıcı psikiyatri’ denilen ekolü ülkemizde kurumsallaştıran önemli kişilerden biriydi. Bu ekol, psikiyatrik belirtilerin saptanmasına ve bazı belirti kümelerinin işaret ettiği tanılara göre, rahatsızlığın tedavi edilmesine dayalı bir yaklaşımdı. Ülkenin en yoğun hastanelerinden birinde, ağır ruhsal rahatsızlığı olan hastaların yattığı bir klinikte bizden beklenen, birkaç gün içinde belirtileri saptama hedefine yönelik görüşmeler yapmaktı. O dönemin koşullarında; bu yaklaşımın hızlı tanıya varmak, etkili tedaviyi uygulamak, ayrıca psikiyatristler arasında ortak bir dil oluşturmak açısından işlevsel olduğu düşünülebilirdi. Ancak bu yaklaşım önemli bir şeyi ıskalıyordu: görüşme odasında karşımızda oturan insanların her birinin son derecede özgün hayat hikâyeleri vardı. Belirtiler ilk bakışta birbirine benzer görünse de her biri çok özel koşulların sonucunda ortaya çıkıyordu.
Hocam, benimle yaptığı tanışma görüşmesinde bu mesleği neden tercih ettiğimi sorduğunda, “insanların iç dünyasını anlamak için” cevabını vermiştim. Ancak, klinikte uygulanan yaklaşım tarzı beni mesleğime yönelten ideallerim ile örtüşmüyordu. Bu konuda benzer düşünen meslektaşlarımla birlikte hocayla uzun süren, ancak arzu ettiğimiz sonuca çok da ulaşmayan tartışmalar yaptık. Neticede, herkes kendince bazı çözümler üretti. Benim çözümüm şöyleydi: Hastalarımla tanıştıktan sonra, öncelikli olarak bazı belirtileri gözden geçireceğimi, onlarla daha sonra kapsamlı görüşmeler yapacağımı açıklıyor, saptadığım belirtileri hocaya aktarıyordum. Sonra, hastalarımla daha ‘insani’ bağlar kurmak üzere onlarla uzun görüşmeler yapıyor, onların öykülerini dinliyordum. O görüşmelerden çok şey öğrendim. En ağır rahatsızlıkların etkisi altında olan o kişilerin güvene dayalı, sahici ve içten bir iletişime nasıl da ihtiyaç duyduklarını anladım. Bu tür bir ilişki içinde, insanların en derin acılarını paylaşabildiklerini gördüm. Sonraki yıllarda, mesleki yönelimim bu ana eksen üzerinden şekillendi.
Hastalarımı dinlerken onların yüzlerini, jestlerini, mimiklerini gözlemlemeye çalışıyorum. Bir süre sonra, bunların zihnime bir bütün halinde yerleştiğini fark ediyorum. Bunu değişik biçimlerde tecrübe ediyorum. Bir süre görüşmediğim bazı hastalarım telefonda isimlerini söyleyip “Beni hatırladınız mı?” diye sorduklarında hemen hatırlayamıyor, hayatlarına ilişkin küçük ipuçları verdiklerinde ise neredeyse bütün süreci anımsayabiliyorum. Çok uzun yıllar önce gördüğüm bazı hastalar yeniden bana başvurduğunda, onların yüzünü görür görmez hikâyelerini zihnimde canlandırabiliyorum. Bu duruma hastalarımla birlikte, bazen ben de şaşırıyorum.
Acı veren hikâyeler ne zaman anlatılır?
Değişik gerekçelerle bana ilk kez başvuran hastalarımla yaptığım başlangıç görüşmeleri, bazı açılardan zorlayıcı olabilir. Gelen kişi için başvuru kararı almak zaten kolay olmamıştır. Sıkıntıları için bir psikiyatriste başvurmak, motivasyon ve biraz cesaret gerektirir. Kişi çoğu zaman keder veya kaygıyla yüklüdür. Kendini anlatmak konusunda istekli olmayabilir. Anlatsa da anlaşılacağından emin değildir. Benim açımdan ise her yeni başvuru, acı verici unsurlarla bezeli olması çok muhtemel bir hayat hikâyesini dinleyeceğim ve bundan insan olarak etkileneceğim bir başlangıç anlamına gelmektedir. İlk seans, sonraki seansların seyrini belirleyecek olması açısından da kritik bir öneme sahiptir.
Hasta görüşme odasına girdiği andan itibaren, karşılıklı insani bir etkileşim başlar. Bu karşılaşma anını Rollo May şöyle tanımlar: “Hasta odadan içeri adım attığında, karşımızda yeni bir kişiyi görmekten gelen ani ve bazen güçlü bir deneyim yaşarız. Bu, hakkında bildiklerimizden daha farklı bir seviyeden, bir canlı olarak yanımıza gelen bir başka insanla anlık bir karşılaşma deneyimidir.” Tokalaşma, eşyaları yerleştirme, koltuğa oturma sonrası iletişim aşamasına geçilir. Önce hastamı bir insan olarak tanımak isterim. Bu süreçte, samimi ve sakin davranırım. Anlatılanları dikkatle dinlerim. Sabırlı, anlayışlı olmaya özen gösteririm. Açık, şeffaf bir iletişimi tercih ederim. Kişisel bilgilerin mahremiyetini daima korurum. Bu sayede, onunla bir bağ kurmayı, güvenli bir ilişki zemini oluşturabilmeyi umarım.
Sonraki birkaç görüşmede, onu bana getiren güncel sorunu etraflıca anlamaya çalışırım. Bu sorunu tetikleyebilecek yaşam olaylarını incelerim. Bu esnada, nesnel bir tutum izlerim. Yargılayıcı, eleştirel olmaktan kaçınırım. Gerekli olmadıkça araya girmeden, talep edilmedikçe yönlendirici olmadan kendisini ifade etmesini beklerim.
İlerleyen görüşmelerde, hastamla birlikte onun geçmişine doğru yol alırım. Güncel sorunun bağlantılı olabileceği ilişki örüntülerini, tekrarlayan davranış biçimlerini gözden geçiririm. Acı veren hikâyeler genellikle bu aşamada hatırlanır. Ancak zihinden dile sanılandan uzun bir yol vardır. Bu yolda türlü endişeler, engebeler bulunur. Bunlar cesaretle ve uygun şekilde aşılabilirse yolun sonuna varılır. Öncelikle, hasta ile terapist arasında temel güven ilişkisinin kurulmuş olması gerekir. Hasta terapistin kendisini duyarlı ve yargısız bir şekilde dinleyeceğinden, anlayacağından emin olmalıdır. Anlattıklarının bir vadede kendisine fayda sağlayacağına inanmalıdır. Geçmişin travmatik deneyimlerinin paylaşılması, anlatan için her zaman çok zorlayıcıdır. Belki o ana dek herkesten, hatta kendinden bile saklanan o anıların yabancı birine ifade edilmesi, özgürleştirici olabilse de kolay değildir. Acı veren o hikâyeleri dinleyen kişi için de zorluklar vardır. Terapist insanî bir ilişki içinde duyduklarından doğal olarak etkilenecektir. Ancak bu süreçte sağlam durabilmesi, güven verebilmesi çok önemlidir. Bu hatıralar paylaşıldığında bir eşik aşılmış, anlatan ile dinleyen arasında yeni bir bağ kurulmuş olur.
Kimi psikiyatristler farklı motivasyonlarla, hastalarının hikâyelerini onların kimlik bilgilerini değiştirerek, onaylarını alarak kitaplarında paylaşırlar. Meslektaşlarına katkı sağlamak üzere kişisel tecrübelerin aktarılmasının yanlış olduğunu düşünmüyorum. Bunu en başarılı şekilde yapanlardan biri de Irvin Yalom’dur. Onun hastalarına ilişkin anlattığı öyküler, benim gibi pek çok psikiyatriste yol göstermiştir. Bunu denemeyi zaman zaman ben de düşündüm, ancak her seferinde vazgeçtim. Bunun birkaç sebebi var: Birincisi; edebi yeteneğimin, dinlediklerimi öykülere dönüştürecek kadar kıvrak olduğunu zannetmiyorum. Yoğunlaşarak çaba gösterirsem bu sorunu aşabileceğimi hissetsem de içime sinmeyen temel mesele şu; hastalarımdan dinlediğim hikâyeleri, bir güven ilişkisi zemininde bana aktarılmış çok özel bilgileri, görüşme odamın dışına çıkarmayı uygun bulmuyorum. Belki mantıklı değil, ama bunun, onların hatıralarını bir biçimde rahatsız edebileceğini sezinliyorum.
Doğduğumuz andan itibaren insanlarla karşılaşıyoruz. Her karşılaşma, bizde ve onlarda bir etki yaratıyor. Bir yandan iç dünyamızda kendimizle ilişki kuruyor, öte yandan onların iç dünyalarını merak ediyoruz. Benzerliklerimiz üzerinden yakınlaşıyor, farklılıklarımız üzerinden ayrışıyoruz. Bir bankta, ‘yaşayan hayaletimizle’ sohbet ediyoruz. Rüyamızda kendimizle konuşuyoruz. Hem seyirci hem oyuncu oluyoruz. İyilik ve kötülüğü yaşayarak öğreniyoruz. Bazen mutlu oluyor, kimi zaman acılar çekiyoruz. Çözümü bilinmeyen konularda, ikna edici yanıtlar arıyoruz. Sabredemiyoruz. Her şeyi anlamak, bir an önce sonuca ulaşmak istiyoruz. Belirsizlikler karşısında huzursuz oluyor, hayatı kontrol etmeye çalışıyoruz. Anlaşılmayı arzuluyor, ama başkasını dinlemiyoruz. Bütün çabalarımızın nafile olduğunu, çoğu kez fark edemiyoruz.
Bu durumda ne yapacağız? Sorular soracağız, ancak çözülmemiş şeylere karşı sabırlı olacağız. Varoluşun kilitli odalarının içine cesaretle gireceğiz. Hiç bilinmeyen bir dilde yazılmış kitapları anlayamaya çalışacağız. Labirentlerde kaybolacağız. Madeni aynaların, sudaki yansımaların, hafızamızın ötesine geçeceğiz. Varlığımızı, diğer varlıkları, evreni merak edeceğiz. Benzerlerimizden ayrılacak, farklı olanlara yöneleceğiz. Başkalarının rüyalarına girecek, o rüyalarda benliğimizle karşılaşacağız. Yalnız kalmayı göze alacağız. Anlamayı isteyecek, dinlemeyi öğreneceğiz. Sonunu bilmediğimiz hikâyeleri okuyacak, kendi hikayemizi yazacağız. Böylece, zamanın sonsuzluk gemisinde cevaba doğru fark etmeden yol alacağız.
Serhat Çıtak, Kasım.2024, İstanbul.