VAR OLMA KILAVUZU

 

ÇOCUKLUĞUN GÖZLERİ

 

“Çünkü her şey; onların kendi içlerinde nasıl olduklarına değil, onlara nasıl baktığımıza bağlıdır. Hayatta anlamı olan en küçük şey, anlamı olmayan en büyük şeyden daha değerlidir.”

Carl Gustav Jung, Modern Man in Search of a Soul (1933)

 

Bir gün, cep telefonuma sosyal medya üzerinden bir mesaj geldi. Mesaj, Efsanevi Kübalı grup ‘Buena Vista Social Club’ ile ilgiliydi. Mesajın fonunda grubun ‘Chan Chan’ isimli şarkısının kısa bir versiyonu çalıyordu. Çok aşina olduğum bu ezginin çağrısına uydum ve şarkının resmi video kaydına uzandım. Alman yönetmen Wim Wenders’in 1999 yılında çektiği filmin kamera görüntüleri kullanılarak oluşturulmuş video, ilk saniyesinden itibaren beni içine aldı ve bir yolculuğa çıkardı: Önce, sahneden insanları selamlayan Compay Segundo’nun selamını aldım. Grup üyelerinin birbirleriyle şakalaşmalarını izledim. İbrahim Ferrer’in duygu yüklü gözlerine baktım. Sonra, Havana’nın ara sokaklarına girdim. Yaşlı ama ayakta kalmış asırlık binaların, kiminin boyası dökülmüş, kimisi özenle boyanmış eski model Amerikan arabalarının yanından geçtim. Yoksul insanları, yalınayak çocukları, akşam karanlığında babasının elinden tutmuş eve dönen küçük kız çocuklarını, karanlık ara sokaklara doğru yürüyen genç kadınları gördüm. Çamaşır asılı balkonlarından el sallayan hanımlara, kaldırımlarda oturan adamlara, yorgun düşmüş işçilere, büyük kapıların ardından ürkek bakan yaşlılara, tütün içen dalgın insanlara selam verdim. Sahile vuran sert dalgaların serinliğiyle ürperdim. Kalabalıklara, “Esta revolucion es eterna”diye seslenen Che Guavera’yı dinledim. Havana tiyatrosunun, r harfi düşmüş ‘Karl Ma..x’ tabelasının eksik harfini yerine koydum. Sahneye çıkarılan Küba bayrağının elden ele geçişini izledim. Sonra tekrar, yetmiş iki yaşındaki Ferrer’in gururla karışık bir hüzün içinde bakan yaşlı gözleriyle karşılaştım.  

‘Buena Vista Social Club’ albümünün açılış parçası olan ‘Chan Chan’ Kübalı trova gitaristi Compay Segundo’nun en ünlü bestesidir. Segundo, şarkının açılış melodisini rüyasında görmüş ve daha sonra sözlerini yazmış: “Chan Chan'ı ben bestelemedim, hayal ettim. Müziği hayal ediyorum. Bazen kafamda bir melodiyle uyanıyorum, enstrümanları duyuyorum, her şey çok net. Balkondan bakıyorum kimseyi göremiyorum ama sanki sokakta çalınıyormuş gibi duyuyorum. Ne olabileceğini bilmiyorum. Bir gün o dört hassas notayı duyarak uyandım, onlara çocukluğumdan bir hikâye olan Juanica ve Chan Chan'dan ilham alan bir şarkı sözü verdim ve görüyorsunuz, şimdi her yerde söyleniyor.” Şarkının hikayesi şöyle:  Juanica ve Chan Chan isimli iki sevgili, kendilerine bir ev inşa etmek isterler. Bunun için sahilden kum almaya giderler. Kumu toplarlar ve birlikte elekten geçirirler. Bu esnada Juanica’nın elekle birlikte sallanırken ortaya çıkan kadınsı cazibesinin kumsaldaki insanlar tarafından görülmesi, Chan Chan’ı hem utandırır hem de üzer. Segundo'nun 1984 tarihli bu bestesinin yeni bir versiyonu, 1996'da ‘Buena Vista Social Club’ projesinin bir parçası olarak Amerikalı blues gitaristi Ry Cooder tarafından kaydedilmiş ve 1997’de yayınlanmış. Şarkı, albümün Grammy Ödülü almasıyla birlikte uluslararası üne kavuşmuş.

Şarkıyı Vatikan’da Papa II. Jean Paul karşısında da söyleyen Segundo, yüz on beş yaşına kadar yaşayacağını öngörmüş, ancak hedefine yirmi yıl kala 2003’te Havana'da ölmüş.

İbrahim Ferrer ise, 1927’de Santiago de Cuba şehri yakınlarında bir dans kulübünde doğmuş. Annesi, o on iki yaşındayken ölünce para kazanmak için sokaklarda şarkı söylemeye başlamış. Geçinebilmek için bir yandan ayakkabı boyacılığı da yapan İbrahim ilk olarak on dört yaşında sahneye çıkmış. 1953'te Pacho Alonso'nun grubuyla sahne almaya başlamış. 1967'den itibaren Los Bocucos grubunun baş vokalisti olarak performans sergilemiş ve 1991'de emekli olana kadar grubun üyesi olarak kalmış. Ancak, son ve bolero tarzlarında usta bir vokalist olmasına rağmen, müzik kariyerinde hak ettiği başarıyı bir türlü yakalayamamış. 1996 yılında, bir bolero solistine ihtiyaç duyulduğunda bir proje kapsamında yeniden stüdyoya davet edilmiş. Böylelikle, Ferrer'in bolero şarkıcısı olarak yeteneğini sergileyen ve Küba dışında da geniş çapta tanınmasını sağlayan Buena Vista Social Club albümünün kaydı gelmiş. 1999'da ‘Buena Vista Social Club Presents: Ibrahim Ferrer’ isimli ilk solo albümünü kaydetmiş. 2000 yılında yetmiş üç yaşındayken ‘En İyi Yeni Sanatçı’ dalında Latin Grammy ödülünü almış. Pek çok uluslararası turneye çıkmış. 2003'te ‘Buenos Hermanos’ albümünü yapmış. 2005 yılında, Avrupa turnesinin ardından meslektaşı Segundo’dan iki yıl sonra Havana’da ölmüş. Ferrer'in son kaydı boleroya adanmış bir albüm olan ‘Mi Sueño (Benim Rüyam)’ olmuş. Albüm ölümünden sonra yayınlanmış.

2003 yılında,Compay Segundo’nun ölümünden bir gün sonra İstanbul’a bir konser vermek üzere geldiğinde yapılan söyleşide şunları söylüyor:

Bana anlatıldığına göre 1927 yılında bir dans salonunda dünyaya gelmişim. Babamı hiç tanımadım. Bütün Kübalılar gibi şarkı söylemeyi çok severim. Gerçek anlamda seyirci karşısına çıkmam 1941 yılında oldu. Bir 31 Aralık günüydü. Kuzenim ‘mademki bu işi becerebiliyoruz, bir grup kuralım’ dedi. O zamanlar 13 yaşındaydım. Annemi kaybetmiştim ve hayatımı kazanmak zorundaydım. Böylece ‘Los Jovenes del Son’ adlı ilk grubumuzu kurmuş olduk. Çeşitli gruplarla çalıştıktan sonra, Pacho Alonso’nun grubuyla birlikte şarkı söylemeye başladım. 1964’te Pacho’yla ayrıldık. Daha doğrusu o bizden ayrıldı. Her zamanki grup problemleri. Grubun adını kullanmak istedi ama biz kendimiz devam ettik. 1991’in ortalarında ben de müziği bıraktım……….Buena Vista projesi için Havana’da stüdyoya girdiklerinde bolero söyleyebilecek yumuşak sesli birine ihtiyaçları olmuş, akıllarına ben gelmişim. O sıralarda evimin yakınındaki bir kaldırımda ayakkabı boyuyordum, o gün bugündür dünyayı dolaşıp konserler veriyorum. Arada bir kendimi çimdikliyorum, ‘acaba bütün bunlar bir rüya mı?’ diye……….Küba’da hangi eve giderseniz gidin birileri şarkı söyler. Küçücük böcekler bile. Küba dediğin müziktir, mutluluktur. ………. Biz kuşak olarak çok zor günler geçirdik. Ben örneğin, çok çeşitli işlerde çalışmak zorunda kaldım. Ayakkabı boyacılığından tutun da marangoz çıraklığı, piyango satıcılığına kadar girmediğim iş kalmadı……….Compay’ın ölümü hepimizi çok sarstı. Benim çok iyi bir arkadaşım, kardeşimdi. Tek tesellim ölümünden çok kısa bir süre öncesine kadar sahneleri terk etmemiş olması. Ben de mümkün olsa sahnede ölmek isterim, bir müzisyenin ait olduğu yer orasıdır çünkü.”

Ferrer’in sahnedeki o derin bakışının anlamı neydi? Uzun süren çileli ve yorucu hayatının artık son dönemecindeyken, başarmış olmanın sağladığı gurur mu? Anlamlı bir yaşam sürmüş olmanın huzuru mu? Yoksa, her şeyin bitmekte olduğunu anlamanın verdiği hüzün mü? Belki hepsi, belki hiçbiri. Bunu kendisinden başkası bilemeyecek.

 

 

İnsanoğlunun anlamlı bir hayat sürme arzusunun temelinde ne vardır? Üzerine her zaman düşündüğüm bu soruya son aylarda yeniden yoğunlaşmıştım. Kendimce ‘anlam sorunu’ olarak nitelendirdiğim bu konuyu sevgili editörüm Füsun Hanım ile paylaştığımda ilk tepkisi,           “ ‘anlam’ ifade eden bir durum neden bir sorun olarak ele alınsın ki? ” olmuştu ve eklemişti, “anlam taşıyan bir olguyu bulunduğu bağlamdan çıkarıp alsak, dağılmaya neden olabilir.” Her iki yorumu da çok yerindeydi. ‘Anlam’ konusunu zihinlerimizde bir ‘sorun’a dönüştüren de belki buydu.  

Irvin Yalom’a göre; varoluşçu yaklaşım, ‘dünyanın rastlantısal olduğunu, olan her şeyin başka şekillerde de olabileceğini, insanın kendisini, dünyasını ve o dünya içinde kendi durumunu oluşturduğunu,insanların yarattığından başka bir anlamın, evrende mükemmel bir düzenin olmadığını, yaşam için hiçbir kılavuz bulunmadığı’ görüşünü ileri sürmektedir. O halde sorun, en yalın haliyle şöyledir: bir anlam gereksinimi olan bir varlık, anlamı olmayan bir evrende nasıl bir anlam bulacaktır?

Tolstoy, hayatı boyunca hep bir anlam arayışında olmuştur. Çocukluğundan beri kendisine öğretilenlere şüpheyle yaklaşmış, on beş yaşında felsefe okumaya başlamış, on altısında dua etmeyi, kiliseye gitmeyi bırakmıştır. Gençlik yıllarında diğer insanlardan daha meşhur, değerli ve zengin olmayı arzulamış, ün ve para için yazmaya başlamıştır. Otuz dört yaşındayken, kendisinden on altı yaş küçük Sofiya ile evlenir. Çocukları olur. Mutlu bir aile hayatının sağladığı koşullar, bir süreliğine onu hayatın anlamını araştırmaktan alıkoyar. Yazarlığı faydasız bir iş olarak görmesine rağmen yazmayı bırakmaz.

Kırklı yaşlarında, ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini bilemediği, hayatının durduğu anlar yaşamaya başlar. Bu anlarda önemli ve derin bulduğu bazı sorular aklını kurcalamaya başlar: ‘niçin, peki sonra ne olacak? Tolstoy bu dönemde, yaptığı her şeyin anlamını sorgulamaya başlar. Bu süreci, ‘İtiraflarım’ kitabında şöyle anlatır: “Güzel, Samara eyaletinde altı bin dönüm arazin, üç yüz altının olacak, peki sonra? Gogol’den, Puşkin’den, Shakespeare’den, Moliere’den, dünyanın bütün öteki yazarlarından ünlü olacaksın da ne olacak sanki? Hakikat şuydu: ‘Hayat anlamsız bir şeydir.’ Böylece yaşayıp gidiyordum. Bir uçurumun başına gelmiştim ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok iyi görüyordum. Hayattan korkuyordum, ondan kaçıyordum, yine de ondan bir şeyler umuyordum. Üstelik bütün bunlar, mutluluk dedikleri şeyin beni her taraftan sardığı bir anda oluyordu. Beni seven iyi bir karım vardı, çocuklarım vardı, emek vermeksizin büyüyen bir çiftliğim vardı. Dostlarımdan saygı görüyordum, yabancıların övgüsünü alıyordum, ismim üne kavuşmuştu. Ama, başarılarım er geç unutulacak ve ben hayatta olmayacağım. O halde bütün bu çaba niye? İnsanoğlu bunu nasıl göremez ve yaşamaya devam eder? Ancak, hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa yaşayabilir insan, ama ayılır ayılmaz bunun yalnızca bir yanılsama olduğunu fark eder.” Tolstoy sorularına, insanlığının ulaştığı bütün bilgilerde cevap arar ama orada hiçbir şey bulamaz. Kurtuluşu bilimlerde arayan bütün insanların da hiçbir şey bulamadığı kanaatine varır. Hayatın anlamsızlığının, insanlığın ulaşabileceği tek kesin bilgi olduğu sonucuna varır.

Elli yaşında ölümün eşiğine doğru sürüklenir: “Hayatımın ellinci yılında beni ölüme en çok yaklaştıran soru, her insanın ruhunda yatan en basit soruydu: ‘Şu anda yaptığım ve yarın yapacağım şeyden ne yarar gelecek? Benim bütün hayatımdan ne yarar gelecek? Neden yaşamalıyım? Neden bir şey istemeliyim? Neden bir şey yapmalıyım? Başka bir ifadeyle: Hayatımda, beni bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip olmayacak herhangi anlam var mıdır?’ ” Bu sorunun cevabını da bilimde bulamaz, hayatın içinde aramaya başlar. Akıl yoluyla elde edilen bilgi hayatı inkâr etmektedir. Akla dayalı bilgiden çıkan sonuç, ‘hayatın bir bela olduğu, insanların bunu bildiği ama yine de yaşamaya devam ettikleri’ şeklindedir. İnsanlığın kadîm toplulukları ise anlamı, akla dayandırılmamış bir bilgide görmektedir: bu da inançtır. İnançtan çıkan sonuç da ‘hayatın anlamını kavramak için, kişinin kendisini aklın sınırlarının dışına çıkarması’ gerektiğidir. Tolstoy bu durumu şöyle tanımlar: “Akla dayalı bilgi beni, hayatın saçma bir şey olduğunu kabule götürmüştü, hayatım duraklamıştı ve ben onu yok etmek arzusuna kapılmıştım. İnsanlara bakıyordum, bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insanlar yaşıyorlardı ve hayatın anlamını bildiklerini iddia ediyorlardı. Kendime bakıyordum. Ben, hayatın anlamını kavradığım sürece yaşıyordum. Diğer insanlara olduğu gibi bana da hayatın anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti. Kavramaya başlamıştım ki, inancın verdiği cevaplarda insanların en derin bilgeliği saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım yoktu.”

Tolstoy, bu aşamada, her türlü inancı kabullenmeye hazırdır. Önce yakın çevresindeki inançlı insanlara, Ortodoks ilahiyatçılara, papazlara, yaşlılara yönelir. Ancak onlarda aradığını bulamaz, onların inanç dediği şeyin hayatın anlamının bir tür karartılışı olduğunu fark eder. Bunun üzerine, yoksul, sade insanlara, hacılara, köylülere yaklaşır. Bu insanların; ona boş gelen pek çok inanışları olmasına rağmen, hayatın ve ölümün anlamını kavradıklarını, sessizce günlük işlerini yaptıklarını, acılara katlandıklarını, fedakârlık yaptıklarını, yaşadıklarını ve öldüklerini düşünür. Sonra, hayatının başlıca amacının ‘yüksek bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak’ olduğunu duyumsar ve yıllar önce unuttuğu Tanrı’ya yeniden inanmaya başlar. Böylece, içinde yaşama sevinci yeniden ortaya çıkar. Bu dönemde yeniden dini ritüelleri yerine getirmeye, kilise ayinlerine, kutsama törenlerine katılmaya başlar. Ancak bir süre sonra, dini törenlere zoraki bir anlam verme çabası içine girdiğini fark eder. Bazı ritüeller ve ibadetlere açıklamalar bulmaya çalıştığında, Tanrıyla bağının zayıfladığını ve inancın imkânını kaybettiğini hisseder. Kilisenin öğretilerini hiç bilmeyen ve yine de rahmete erişen saf adamların hikayesine daha çok ilgi gösterir. Dogmatik Ortodoks kilisesi ve koyu dindarlıkla ilişkisini keser. Bu süreci de şöyle anlatır: “Şüpheye son verdim ve tam olarak emin oldum ki, bağlanmış olduğum dinin bilgisinde her şey hakikat değil. Bir zamanlar ‘tüm din bilgisi yanlıştır’ demişsem, şimdi bunu söyleyemiyordum. Üstelik bu hakikat bilgisi kapılarını artık bana açmıştı, onun sayesinde yaşıyordum ve bütün doğruluğunu hissediyordum, ama bu bilgide yanlışlar da vardı. Peki yanlış ve doğru nereden geliyordu? Hem yalan hem de gerçek gelenekteydi, o kutsal denen gelenekte ve kutsal yazılarda, yalan ve gerçek kilise denen şeyden geliyordu. Öğretide hakikatin var olduğu, bence şüphesiz. Ama onda yalanın var olduğu da şüphesiz. Ben hakikati ve yalanı bulmak ve birini ötekinden ayırmak zorundayım.” Sonunda; ‘aklının ölçülerine göre kendisine ne kadar tuhaf görünse de hayatın anlamının inanç öğretisine dayalı olduğu ya da en azından ondan ayrılmayacak kadar iç içe olduğu’ kanaatine varmıştır.  

Tolstoy, neredeyse bütün bir hayatını bu soruların cevaplarını arayarak geçirmiştir. Bu süreci anlattığı ‘İtiraflarım’ adlı kitabını da 1880 yılında, elli iki yaşındayken tamamlamıştır. Hayata ilişkin her şey hakkında sürekli sorular soran böyle bir kişinin, dönemsel olarak kendisine ikna edici gibi görünen bazı cevaplar bulabilmesi mümkündür. Ama öyle sanıyorum ki; Tolstoy bu kitabı yazdıktan otuz yıl sonra, bir kış mevsiminde gece yarısı evini terk edip çıktığı bir yolculuk sırasında, bir tren istasyonunda son nefesini verirken, zihninde yanıt bulamadığı pek çok soru vardı. Bunu kendisinden başkası bilemez.

Hayatın anlamı üzerine, ömrü boyunca yoğunlaşmış olan bir başka kişi de Avusturyalı psikiyatrist Viktor Emil Frankl’dır. 1905’te Viyana’da doğmuştur.

Bir gece uykuya dalmadan kısa bir süre önce, günün birinde kendisinin de ölmekten kurtulamayacağı düşüncesinin yol açtığı sarsıntıyla korku içinde yerinden fırladığında küçük Viktor henüz dört yaşlarındadır. Frankl bu anektodu, 1972’de altmış yedi yaşındayken yazdığı ‘Bir Otobiyografi Denemesi’nde anlatır ve şöyle devam eder: “Gerçi aslında hayatımın hiçbir döneminde ölmek korkusu değildi bana musallat olan; daha çok bir tek şu soruydu kafama takılıp duran: Hayatın geçiciliği onun anlamını yok ediyor muydu? Bu sorunun sonunda ulaşabildiğim cevap şu oldu: Kimi bakımlardan zaten asıl ölüm hayata anlam kazandırıyordu.”

Parlak bir öğrenci olan Viktor’un çocukluğunun ilk yıllarında ortaya çıkan doktor olma arzusu, giderek psikiyatrist olma isteğine dönüşür. Bir yandan da felsefeyle ilgilenir. On altı yaşındayken bir halk yüksekokulunda hayatın anlamına ilişkin bir konuşma yapar. Daha o zaman temel düşüncelerinden ikisini geliştirir: ‘İnsanın hayatın anlamının sorgulamak yerine bir cevap bulması gerektiğini, aslında hayatın sorduğu bu sorunun şimdi-burada-varoluşun kavranmasıyla yanıtlanabileceğini; nihai anlamın insanın kavrama yeteneğinin ötesine geçtiğini, bir üst anlamın söz konusu olduğunu’ ifade eder. Yirmi dört yaşındayken, hayattan bir anlam çıkarabilmenin üç imkanını kavrama fırsatı sunacak tasarım ve taslakların peşindedir: ‘ya hayatın içine koyacağı bir eserle, bir faaliyetle veya yaşantıyla; ya buluşmalarla, tanışmalarla ve sevgiyle; ya da değiştirilemez bir kaderle karşılaştığında insanın acıyı başarıya dönüştürme yeteneği ile’ hayatın anlamına varılabileceğini öngörmektedir.

1937’de psikiyatrist olarak kendi muayenehanesini açar. Bundan birkaç ay sonra Hitler’in komutasındaki Alman Nazi askerleri Viyana’ya girer. Yurtdışına çıkmak ister ama vize verilmez. Kendisine bir nöroloji merkezinin yönetimi önerildiğinde, yaşlı hastaların toplama kamplarına gönderilmesine karşı bir önlem olabileceği düşüncesiyle kabul eder. Ancak kendisi ve ailesi için endişe duymaktadır. Daha önce yürüttüğü Logoterapi çalışmalarından geriye bir ‘öz’ kalması arzusuyla, bir süredir üzerine düşündüğü ‘Tıbbi Ruhsal Bakım (Artzlicchen Seelsorge)’ adlı metnini yazmaya başlar. Bu metnin el yazmalarını da paltosunun astarının içine diker. Sonradan Auschwitz’e götürüldüğünde, üzerinde ne varsa çıkarıp atmak zorunda bırakılacak ve el yazmaları kaybolup gidecektir.

Frankl 1941'de Tilly Grosser ile evlenir. Frankl ve bütün ailesi 1942’de Alman işgali altındaki Çekoslovakya’da bulunan Theresienstadt Gettosu toplama kampına gönderilirler. 1943'te babası Gabriel orada açlık ve zatürreden, 1944’te annesi Elsa ve erkek kardeşi Walter Polonya’daki Auschwitz toplama kampında gaz odalarında, karısı Tilly Bergen-Belsen kampında tifodan ölür. Kız kardeşi Stella ise Avustralya'ya kaçarak kurtulur. Kendisi, üç yılda dört toplama kampında kaldıktan sonra 1945’te kurtarılır ve Viyana’ya döner. Aynı yıl içinde, dokuz gün içinde ‘Toplama Kampı Kitabı’nı tamamlar. Bu kitabı yazmaktaki amacını şöyle tanımlar: “İstediğim tek şey, somut bir örnek yoluyla okura, yaşamın her durumda, hatta en acınası durumlarda bile potansiyel bir anlam taşıdığını anlatabilmekti.” Metni yazarken daha rahat, açık sözlü, samimi olabilmek için isimsiz yayınlanmasına karar verir. 1946 yılında yayınlanan ilk özgün Almanca baskının kapağında kendi adı yoktur. Bu kitap daha sonra, Amerika’da kendi ismiyle, ‘Man’s Search for Meaning (İnsanın Anlam Arayışı)’ adıyla yayınlanmış ve dünya çapında çok sayıda okuyucuya ulaşmıştır.

Frankl, Auschwitz’i bir ‘experimentum crucis (kritik deney)’ yani, ‘yanlışlığı, temelindeki görüşün ve anlayışın da yanlışlığını gösteren bir deney’ olarak tanımlar. Bu süreci şöyle anlatır: “İnsanın, en eski, en köklü yeteneği olan kendini aşkın olana yükseltme ve kendisi ile arasına mesafe koyma yeteneği, son yıllarda sıkça üzerinde durduğum gibi tam da toplama kampında deneysel yoldan doğrulanıp kanıtlanmıştı. Bu toplama kampı deneyi, ‘insanın anlama ulaşma iradesini’ ya da ‘şimdi-burada-varoluşun kendini aşkın olana yükselterek artık kendisi olmayan bir şeye uzanabileceğini’ gösterdi. Çok zor koşullar altında olanlar arasından, geleceğe yönelebilmiş ve gerçekleştirilmesi ancak gelecekte mümkün olabilecek bir anlama bağlanabilenler hayatta kalmayı başarabilmişlerdi. Beni ilgilendiren yanıyla belirtmem gerekirse, paltomun astarında kaybolan o el yazmasını yeniden kurabilme konusundaki kararlılığım, benim o gelecekteki anlamımı oluşturuyordu diyebilirim.” Frankl,  sözünü ettiği  ‘Artzlicchen Seelsorge’ adlı kitabın o el yazmalarının nihai halini koltuğunun altında yayınevine götürürken gurur içindedir. Bu kitabın sonraki baskılarına şu mottoyu koymuştur: “ Gittiler ağlayarak ekmek için tohumlarını/Dönecekler sonra neşeyle ellerinde güneş demetleriyle”

Frankl’ın anektodlarından birisi de oldukça çarpıcıdır: “Tekrar tekrar bizi kuşatan acı ile arama mesafe koymaya çabalıyordum. Bir sabah, ötekilerle birlikte kamptan dışarıya yürümeye başladığımızı hatırlıyorum. Açlığa, soğuğa ve ödem yüzünden şişmiş, donmuş ve cerahat içindeki ayaklarımın acılarına dayanamaz haldeydim. Durumum çaresiz ve umutsuz görünüyordu bana. O anda, kocaman, güzel, sıcacık ve aydınlık bir konferans salonunda, meraklı, ilgi duyan bir dinleyici kitlesi önünde kürsüde durduğumu ve ‘Toplama Kampı Psikoterapi Deneyimleri’ başlıklı bir konferans vermek üzere olduğumu hayal ettim.”

Frankl, o günlerde zihninde verdiği konferansı 1946 yılında Viyana Halk Yüksekokulu’nda gerçekten de vermiştir. Yüksekokul ’da aynı yılın Mart ve Nisan aylarında toplam üç konferans verir. Bu konferansların sonucunda düşüncelerini şöyle özetler: “Bu üç konferansın bütünde nihai anlamı; sizlere insanın, her şeye rağmen, sıkıntı, dert ve ölümlere, acılara ve bedensel hastalıklara ve toplama kampı kaderinin belirleyiciliğine rağmen, hayata ‘evet’ diyebileceğini göstermekti.”

Viktor Frankl; ömrü boyunca, daha dört yaşındayken onu etkisi altına alan temel bir düşünce üzerinde yoğunlaşmayı başarabilmiş, hayatın bir anlamının ‘gerçekten de’ var olduğunu, bu anlamın bir vehim olmadığını vurgulamıştır. İnsanın içinde inkâr edilemez bir kendini aşma, sınırlarının ötesine geçme, hayatına bir anlam kazandırma itkisi bulunduğunu, hissedilen anlam ihtiyacının, gerçek dünyada ‘anlam’ gibi bir şeyin varlığını ispat ettiğini ifade etmiştir.

Frankl 1947’de dindar bir Katolik olan Eleonore Schwindt ile evlenmiş ve ölene dek onunla evli kalmıştı. 1997'de Viyana'da kalp yetmezliğinden öldüğünde doksan iki yaşındaydı. Son nefesini verirken hayatı boyunca aradığı anlamı bulmuş muydu? Bunu kendisinden başkası bilemeyecek.

Tolstoy’un ve Frankl’ın gözlerine doğrudan bakabilme imkânım olmadı. Ferrer’in gözlerine de dolaylı olarak bakabildim. Ancak her birinin uzun ve arayışlarla dolu hayat hikâyelerine, onların bizzat yazdıklarını, söylediklerini okuyarak ulaşabildim. Bu hikâyelerin bana çarpıcı gelen yönlerini de yukarıda aktardım. Bunları neden mi yaptım? ‘Anlam sorunu’ ya da daha uygun ifadeyle ‘hayatın anlamı’ üzerine düşüncelerimi kristalize etmek ve bunu sizlerle paylaşmak istiyordum. Yazıya başlarken zihnimde bazı düşünceler vardı tabii, ama bu düşüncelerimi kâğıda nasıl aktaracağımı bilmiyordum. Birtakım kurgular geliştirmeye çalıştım, ama her seferinde bir noktada tıkandım. Zira ‘anlam’ konusuna gereğinden fazla yoğunlaşmıştım. Bunu fark ettiğimde, peşinden koşmak yerine kendimi yazının akışına bırakmaya karar verdim. Yazdıklarımla birlikte sakince yol aldığımda işim kolaylaştı. ‘Anlam arayışından uzaklaştıkça’ anlam ortaya çıktı. Hayatın kendisi gibi.

İnsanların iç dünyaları, hayat hikayeleri küçüklüğümden bu yana hep ilgimi çekmiştir. Üniversite yıllarında psikiyatri alanına yönelmemi sağlayan temel unsur da bu olmuştur. Meslek hayatım boyunca, bu ilgimi kaybetmedim. Kendimi bu konuda şanslı buluyorum.

Psikoterapi, etkileşim üzerinden kurulan bir anlam oluşturma biçimidir. Bu etkileşimin konuşma diline dayalı sözel unsurları kadar, ortak insanlık lisanı diyebileceğimiz sözel olmayan unsurları da vardır. Davranışlar, yüz ifadesi, bakışlar gibi bu sözel olmayan unsurlar, bazen sözle anlatılanlardan çok daha fazla bilgi aktarır.

Bir sıkıntısını paylaşmak üzere odamdan içeriye giren, koltuğa oturduktan sonra anlatmaya başlayan hastalarımın hikayelerini de büyük bir merakla dinlerim. Onları dinlerken, bir yandan da huzursuz etmemeye özen göstererek yüzlerini incelerim. Kimisi üzgün, bazısı tedirgin bu yüzlerin ayrı bir anlamı vardır. Gözlerine de bakarım. Bakışlarındaki hüznü, bazen de anlaşılma arzusunu fark ederim. Geçmişlerini merak ederim. Çocukluk hallerini, yüzlerini, bakışlarını tahayyül etmeye çalışırım. Şimdi aşmakta zorlandıkları sorunların bağlantılı olabileceği geçmiş yaşantılarını araştırırım. Yalnızlık ve çaresizlik durumlarında neler hissettiklerini, çocukluktaki bakışlarının nasıl değiştiğini, bugünkü bakışlarının gözlerine ne zaman yerleştiğini anlamak isterim. Bütün bunlar bir süreç içinde sabır, anlayış ve karşılıklı iş birliği sayesinde ilerler.

 

Umulur ki; Ferrer başarmanın gururu, Tolstoy şüphelerinden arınmanın huzuru, Frankl anlamı bulmanın rahatlığı içinde son nefeslerini vermiş olsunlar. Bir hayat yaşamış bütün insanlar gibi, her birimiz de kaçınılmaz olan kaderimizle yüzleşeceğiz. O an geldiğinde, nasıl bir duygu içinde olduğumuzu bizden başkası bilemeyecek. Henüz vaktimiz var, olanaklar tükenmedi, kapılar kapanmadı. Kulaklarımızda en sevdiğimiz ezgilerle, çok özlediğimiz bir şehrin ara sokaklarında dolaşabiliriz. Aklımızı dinleyebilir, kalbimize danışabiliriz. İnanabiliriz, sevebiliriz. Yaratabilir, üretebiliriz. Zorluklarla mücadele edebilir, acılara katlanabiliriz. Ceplerimizi umutla doldurabilir, hedeflerimize tutkuyla yürüyebiliriz. Gelecek güzel günlerin hayalini kurabiliriz. Sonsuzluğa bakabiliriz. Belki o zaman, anlam kendiliğinden, hiç beklemediğimiz bir anda kapımızı çalabilir.

 

 

Serhat Çıtak, Mart 2024, İstanbul.