UMUT GÖNLÜN EKMEĞİ

 ‘Umut’ denilince, zihnimde ilk olarak Cem Karaca’nın ‘Tamirci çırağı’ isimli ölümsüz şarkısının dizeleri canlandı, çok geçmeden dilime dolandı ve yazıyı tamamlayıncaya kadar da içimde yankılandı:

“Gönlüme bir ateş düştü, yanar ha yanar yanar

Ümit gönlümün ekmeği, umar ha umar umar…”

Cem Karaca bir söyleşide, şarkının sözlerini yarım saatte yazdığını, sonrasında müziğin kendiliğinden geldiğini ifade etmiş. Şarkıyı önce babasına dinletmiş, fakat o yüzünü buruşturup “beğenmedim” demiş ve eklemiş: “Bir şarkıcı, tatlı aşktan, meyden, sazdan, sözden bahsetmelidir. Zaten her gün bin bir dertle üzülen toplum bir de böyle şarkılarla üzülmemelidir.” Belki toplum değil ama Cem Karaca, babasının bu yorumu karşısında üzülmüş olabilir. Ama belli ki, babasının öğüdüne kulak vermemiş. İyi ki de öyle yapmış. Bir şarkıcı, sanatçı, düşünür, yazar, psikiyatr, kısacası bir entelektüel içinde yaşadığı topluma ve buradan hareketle insanlığa ayna tutmak durumundadır. Ayna, kendisine bakanın görmek istediklerini değil, ona yansıyan ‘gerçeği’ gösterir. Noam Chomsky şunu söylüyor: “Doğruyu söylemek ve yalanları ortaya koymak, entelektüellerin sorumluluğundadır.”

Yaklaşık 30 yıldır çok sayıda insandan, her biri çok özel ve çok değerli hayat öykülerini, ayrı bir ilgiyle ve özenle dinledim. Onların dünyalarının içinde olmaya, bu sayede onları anlamaya çalıştım. Bu süreçte, bir şeyi her seferinde yeniden fark ettim: ben sevdiğim bir mesleği tutkuyla yapıyorum ve bu şükredilmesi gereken büyük bir ayrıcalık. Her gün içimde bir şevk ve umut duygusuyla iş yerime gidiyorum; bir insanın yaşamına, bir ruhun mucizesine dokunabilmek umuduyla.

Tabii ki, hayat her zaman mutluluk ve umut saçmıyor. İki kapılı bir handaki yolcuğumuz sırasında engin ovalardan da, karanlık tünellerden de geçiyoruz. Bu yolculukta hem dış dünyadaki türlü insanlık halleriyle, hem de iç dünyamızda kendimizle karşılaşıyoruz. Dışarıda rastladıklarımız bazen içimizi acıtabiliyor. Bu çoğu zaman, maruz kaldığımız veya tanık olduğumuz kötülüklerin iç dünyamızda kabuk bağlamış bazı yaraları yeniden kanatması sonucunda oluyor.

İnsanlık hallerinden birisi de ‘umutsuzluk’. Kierkegaard, umutsuzluğu ‘ölümcül bir hastalık’ olarak tanımlıyor ve alışılageldik tanımlardan oldukça farklı bir yorum getiriyor: “İnsan, sonsuzluk ile sonluluğun, geçicilik ile kalıcılığın, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir. Umutsuzluk, bu sentezin içsel uyumsuzluğudur. Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama ‘ölümcül hastalık’ dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.”  

Kendi penceremden konuya baktığımda umutsuzluğu şöyle tanımlayabilirim: ‘Geçmiş olumsuz yaşantılar nedeniyle, geleceğe yönelik beklentilerin azalması.’ Umutsuzluğa sıklıkla bir karamsarlık duygusu da eşlik eder. Bir şeylerin düzelebileceğine ilişkin inanç giderek zayıflar. Geleceği değiştirmek için mücadele etmek ve çalışmak giderek anlamsız hale gelir. Bu durum, bir depresyon tablosunun yansıması olabilir. Depresyonun bir belirtisi olarak ortaya çıkabilen umutsuzluk kavramını bir başka yazıda incelemek üzere yolumuza devam edelim.

İnsanoğlunun en temel dürtüsü, diğer bütün canlılarda da olduğu üzre ‘yaşama dürtüsü’ dür. Yaşama arzusu ve umudu, hayatımızın sonuna dek bizleri ayakta tutan en güçlü unsurlardır. Biyolojik varlıklar olarak her birimiz, dış dünyanın koşulları ne denli zorlayıcı olsa da hayatta kalmaya ve soyumuzu sürdürmeye yönelik çok güçlü bir motivasyona sahibiz. Biyolojik varlığımızı sürdürebilmek için de sosyalleşmeye ihtiyaç duyarız. Tehlikelerden korunabilmek, barınma ve beslenme ihtiyacımızı karşılayabilmek için türdeşlerimizle bir araya gelir ve yakınlaşırız. Bu aşamada; sevgi, fedakârlık, merhamet ve güven gibi olumlu duyguların yanı sıra düşmanlık, bencillik, öfke ve rekabet gibi olumsuz bazı duygular da ortaya çıkar. Bu duyguların dengelenmesi ve huzur içinde birlikte yaşanabilmesi için ahlâki norm ve düzenlemelere, ayrıca istikrarlı bir şekilde işleyen özgürlük, adalet, eşitlik uygulamalarına ihtiyaç vardır. İnsanlık tarihi gözden geçirildiğinde, bu konudaki sicilimizin çok da parlak olduğu söylenemez.

Çok önceleri dinlediğim bir açık radyo programında Ömer Madra şuna yakın bir şey söylüyordu: “Dünya üzerinde, soyu tükendiğinde dünyanın geleceğini olumsuz etkilemeyecek tek canlı türü insandır.” Zaman içinde maalesef, Madra’nın bu konuda ne kadar haklı olduğuna hep birlikte tanıklık ediyoruz. İçinde yaşadığı mekâna ve bu mekânda birlikte yaşadığı diğer canlılara böylesine hoyrat davranan bir başka canlı türü olduğunu sanmıyorum. Matrix filminin o çok bilinen repliğinde ajan Smith, Morpheus’a şöyle diyordu: “Sizinle, bir süredir kafamı meşgul eden bir düşüncemi paylaşmak istiyorum. Bu düşünce, aklıma türünüzü sınıflandırmaya çalışırken geldi ve anladım ki sizler aslında memeliler sınıfına dâhil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyor ve tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz: Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız ve bizler de bunun ilacıyız.” Ben her şeye rağmen, insanlıktan umudumu kesmek istemiyorum.

Aristoteles, umudu ‘uyandırıcı bir rüya’ olarak tanımlıyor. Dış koşullar bizi derin bir çaresizlik ve tükenme noktasına getirdiğinde içimizdeki umudu nasıl harekete geçirebiliriz? Martin Luther King şöyle diyor: “Sonlu hayal kırıklıklarını kabul etmeli, ama sonsuz umudu asla kaybetmemeliyiz.” 2.Dünya savaşı sırasında; karısı, anne ve babası, erkek kardeşi toplama kamplarında öldürülen, kendisi de uzunca bir süre kamplarda tutulan Viktor Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ isimli kitabında, içinde bulunduğu umutsuzluk halinden çıkışını sağlayan süreci şöyle anlatıyor: “Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım.Umutsuz bir durumla karşılaştığımız, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile, yaşamda bir anlam bulabiliriz. O an için önemli olan; kişisel bir trajediyi bir zafere, kendi zor durumunu bir insan başarısına dönüştürmek ve sadece insana özgü eşsiz potansiyeli gerçekleştirmektir.” Her birimiz kendimize özgü farklı çıkış yolları da bulabiliriz. Kimilerimiz için uğruna mücadele edilecek idealler, bazılarımız için insanlık adına ulaşılacak hedefler, diğerleri için hasret ve özlemle kucaklanacak kişiler umudu besleyen unsurlar olabilir.

Şeyh’ül Müverrihin (tarihçilerin şeyhi) olarak anılan Halil İnalcık 100’üncü yaşını doldurduğunda, kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylemiş: “15 yaşında kendime bir hedef koydum. İdealimi gerçekleştirmek için bir keşiş gibi çalıştım. Şimdi o hedefe eriştim. Manâlı bir hayat için kendinize uzak, büyük bir gaye koyun. Sonra da onu gerçekleştirmek için çok çalışın. 72 kitabım var, çoğunu 80 yaşından sonra yazdım. Bir şeye âşık oldunuz mu her şeyi unutursunuz. İnsan 100’ünde de olsa bir şeyden kurtulamıyor; aşk. Tanrı bizi yaratırken bunu koymuş içimize. Aşk olmasa insanlık son bulurdu.”

Yaşama sanatı; dış dünyaya ilişkin nesnel gerçekliğin ve iç dünyamıza ait örtük bilgilerin farkına varabilmeyi, dış dünyanın içimizde yarattığı etkileri anlayabilmeyi, bunlar arasında hassas ve istikrarlı bir denge oluşturabilmeyi gerektiriyor. Bu dengenin itici gücü umut. Bizi diri ve coşkulu kılan, zorluklar karşısında dirençli ve dayanıklı tutan bir duygu. Eskilerin tabiriyle, canlılığın ‘alâmet-i farikası’.                  

Peki biz umudu nasıl canlı tutabiliriz? Umudun yakıtı nedir? Hayatta bir hedefimiz olmalı. Bu hedefe doğru tutkuyla, bıkmadan ve usanmadan yürümeliyiz. Bazen yürünen yol da, ulaşılacak hedef kadar anlamlı olabilir. Başkasının derdiyle dertlenmeli, sahip olduklarımızdan paylaşmalıyız. İnandığımız değerler için mücadele etmeliyiz. Haksızlıklara direnmeli, güçsüzlerin elinden tutmalıyız. Israrla ve inadına iyiliği savunmalıyız. Dünyaya, insanlara ve bütün canlılara saygı göstermeliyiz. Her ne yapıyorsak aşkla ve sevgiyle yapmalıyız. Bir eser üretmeli, bizden sonrakilere kendimizden bir şeyler bırakmalıyız. Hasıl-ı kelâm: umudun yakıtı sevgidir, aşktır.